23 Kasım 2024, Cumartesi
spot_img
Ana SayfaAVRUPA KUPALARIEuroCupGalatasaray nasıl Eurocup şampiyonu oldu? SİNAN GÜLER YAZDI

Galatasaray nasıl Eurocup şampiyonu oldu? SİNAN GÜLER YAZDI

Galatasaray Odeabank'ın kaptanı Sinan Güler, geçen sene bugün Sarı Kırmızılıların kazandığı Eurocup zaferini Socrates için yazmıştı.

İşte o yazı:

Final günü, hem sabah hem de öğle saatlerinde verdiğimiz kahve arası öncesinde, her zamankinden yarım saat erken gözlerimi açtım. Spor, arka arkaya yapılan maçlardan yediğin yemeklere ve hatta günlük meselelere kadar sana bir alışkanlık kazandırıyor. Bu yüzden, -erken uyanmak dışında- finale standart bir maç gibi yaklaştım. Bir gün öncesi ya da maç günü salona geçişimiz diğer Avrupa maçlarımızdaki gibiydi.

Maçın benim için en farklı noktası sahaya çıktığımız andı. Hava atışına 90 dakika kala tribünlerde 5 bin kişi vardı. Herhâlde 2010 Dünya Şampiyonası’ndan beri ilk defa böylesi bir heyecan yaşadım. Isınma süresi boyunca bacaklarım titriyordu.

Ergin Abi her zamanki maç konuşmasını yaptı. Fransa’daki mücadele bittiğinde, o şekilde kaybetmiş olmanın ve kötü oynamanın bize dezavantaj olarak dönebileceğini söylüyordu ama İstanbul’a dönüp antrenmana çıktığımız ilk andan beri bizleri kazanacağımıza inandırdı.

Böyle önemli maçlarda taraftarla bağ kurmak, göz göze gelmek hep bahsedilen şeylerdendir. Sonuçta, heyecanı yenmek için bir noktada kenarda gözlerini sana dikmiş insanlarla bağ kurman gerekiyor. Ve böyle akşamlarda; hayatımızın en önemli sınavlarından birine çıkarken mesela, ailelerimiz ve sevenlerimiz tribünde oluyor. Onlarla o ilk göz temasını kurmaya çalışıyorsun. O gün sahaya çıktığımda göz göze geldiğim ilk kişi kuzenim oldu. İTÜ’de basketbola beraber başlamıştık. Kendisi sonra başka yollara gitti, başarılı bir iş adamı oldu. Çocukken beraber Galatasaray’ın futbol maçlarına gider, hemen her şeyi birlikte tecrübe ederdik. Onu, bütün iş yoğunluğunun arasında ilk defa orada görmek, bana çocukken seyrettiğimiz bütün o maçları anımsattı.

Kapı Kırılıyor
 

 Artık başlıyoruz… Ve inanır mısınız, maçın başı, sonuna göre daha net aklımda. Çünkü daha Strasbourg deplasmanından dönerken 40 dakikayı kendi içimde yaşamaya başladım. Her anı aklımda görüntüledim, kupayı kaldırmaya varana dek… Yapmam gerekenleri, kötü oynadığım maçtaki hislerimi ve bunların arkasındaki nedenleri görmeye çabaladım. Tüm bunlar, belki de beni hiç olmadığım kadar motive etti. Hava atışı sırasında “Bu maç her şekilde kazanılacak ve bunun için ne yapmam gerekiyorsa yapacağım” diye düşünüyordum. Ve o an… NBA basketbolunda standart bir pas olan, Vladimir Micov’a belimin arkasından geçirip verdiğim pas… Kaç Avrupa maçının daha ilk topunda böyle bir ana şahitlik ediyorsunuz? Bu, tamamen hislerle alakalı. Normalde o pası önden de verebilirdim ama “Biz bugün kupa için buradayız!” hissiyatını en başta kendim yaşamak istiyordum. Deplasmandaki karşılaşmada bir kapı vardı, açamamıştık. Bu kez o kapıyı tekmeyle kırmak gerekiyordu. Burada onu yaptık.

Ergin Abi genelde, maçtan birkaç gün önceki antrenmanda maça başlayacağı ilk beşi belirler. Orada beni ilk beşe yerleştirdi. “Bu iş tamam!” dedim. Ne zaman başlayacağım ve o tekmeyi ne zaman atacağım belli. O anda biliyordum ki takımın beşinci vitese geçişi benim elimde olacak.

Burada bir de parantez açayım. Errick McCollum müthiş bir yetenek. Ancak sakatlık sonrası dönüşünde, oyununu kabul ettirme çabası performansımı etkiledi. Çünkü topla ilişkim/yaptıklarım azaldı. Kariyerimin hücumda daha az rol aldığım dönemlerinde bile kenarda topu bekleyip o şutu istikrarlı şekilde sokabilecek bir oyuncu olmadım. Ben ritimle oynayan biriyim. Bunu yaşayabilmem için de biraz oyunun rüzgârı içerisinde harmanlanmam gerekiyor. O rüzgâra kendimi de katabildiğim zaman, olayı başka boyutlara taşıyabiliyorum.

Lasme’nin Tokadı
 

 O 40 dakikadan net hatırladığım iki pozisyon var. Birincisi; penetre ediyorum, Stephane Lasme’ye pas veriyorum, o da smaç vuruyor. O anda Lasme’yle aynı anda oyuncu değişikliği istiyoruz. Ergin Abi sabah “Enerjinizi saklamayın, yorulduysanız çıkın, tekrar girersiniz” demişti. Klasik bir söylemdir ama bunu özellikle vurguladığı iki-üç maç olur senede. Biz de buradan yola çıkıp değişiklik isteyince “İşler iyi gidiyor ama iki önemli dişli aynı anda kenara gelecek, dışarıdan gelenler bu ritme ne kadar hazırlar?” düşüncesi oluştu. Sonrasında yavaş yavaş oyun ritmini kaybettiğimizi hissettim. O zamana kadar top kaybı yapmamıştık, üst üste birkaç kayıp oldu. Onlar istedikleri şutları, istedikleri oyunculardan bulup atmaya başladılar. 
 
 Bu süreçleri hep yaşıyoruz. Sporu bence keyifli hâle getiren şeylerden biri, mevsimlerin çok çabuk değişebilmesi. Oyuncunun yorgunluğuna bağlı olarak maç içerisinde iniş çıkışlar hep oluyor. Ancak bizim için önemli nokta, konsantrasyonumuzun bu iniş çıkışlardan ne kadar etkilendiği.

Strasbourg’daki maçta bir mola çıkışı, kendime olan sinirim had safhadaydı. Lasme’nin yanına gittim, faul atacağız sanırım o esnada. Dedim ki: “Bana bir tokat at, kendime gelmem lazım!” Önce anlamadı ama açıklayınca okkalı bir tane çaktı suratıma, tereddüt etmedi. Hatta “Daha lazım mı?” diye sordu. “Hayır, iyi geldi” dedim ve devam ettik. Ondan sonra ilk basketimi attım. Maçı kaybettik ama bu apayrı bir şey…

Gidiyor mu Gitmiyor mu?
 

 İstanbul’a dönecek olursak; maçtaki tüm iniş çıkışlar arasında en riskli anlar, bitime sekiz ila üç dakika kalan bölümdü. Bacaklar gitmiyor, o yüzden şutlar da girmiyor… Ancak bunların yanında rakip de sayı atamıyor. O süreçte bence panik yapmadık. Herkesin afalladığı bir an vardı… Ama biliyordum ki bir pozisyon olacak ve herkes derin bir “Oh” çekecek. O süreç içerisinde McCollum müthiş bir karakter ortaya koydu, bize ikinci depoyu kullanabileceğimiz bir alan yarattı. Biz de o ortam içerisinde doğru şutları attık. Bu sayede, şut kaçırsak bile hızlı hücum yemedik. Onlar da kaçırmaya devam etti. Sonra tekrar geldiler… Üç buçuk dakika kala artık bacaklarımın gitmediğini hissetmeye başlamıştım.

Kendi potamın altında top çaldığım bir pozisyon vardı; öncesinde sert bir şekilde kalçamın üzerine düşmüştüm, koşmaya başlayınca ciddi bir ağrı hissediyordum. Kenara gelmeyi, fiziksel olarak benden daha etkili olabilecek birinin oyuna girmesini aklımdan geçirdim. Ancak topallasam bile devam edebileceğim bir ortam vardı. O pozisyonda Micov ile hand-off yaparken geç kaldım ve top kaybı oldu. Hızlı hücuma geçtiler, ben de arkadan takip ettim. En doğru hamleyi nerede yapacağımı biliyordum. Orada geri koşarken “Ayaklar gidiyor mu, gitmiyor mu?” diye düşünmüyorsun zaten. Gidiyor…

Zamanlamayı doğru yapınca temiz bir top çalma ile kaybettiğim topu geri kazandım. Sonra Micov’a pas, hızlı hücum… O da ortada yardım gelince McCollum’u buldu. 8’e inebilecek fark bir anda 13 oldu. O an, “Top gerçekten, ne yaşanması gerekiyorsa onu yaşatıyor sana” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir de üç turdur rövanşları aynı skor yakınlığında yaşadığımız için “Tamam abi top bir noktada bizi isteyecek” hissiyatı var tabii.

Duyguları Boşaltma Vakti

Son pozisyonda bana “Smaç yap!” diye bağıran oldu mu bilmiyorum ama olsa bile duymazdım. Üçlük atmaları lazımdı ve Collins müthiş penetre ediyordu… Benim tuttuğum oyuncu çok kritik yerdeydi ve şutördü. Topu almaması gerekiyordu. Başta arkamı dönüp adama gittim ve bir anda topu havada gördüm. Topu aldığımda da “Oh, şimdi bu anın tadını çıkar!” dedim kendime. Potaya gidişim falan… Kafamda pek yok bunlar. Zaten maçın başında tekmeyi atmışım, kapıyı açmışım, rakibi çıkarmışım dışarı… Son iki ribaundu almak, topu çalmak ve turnikeyi bitirmek… Bunlar üç yıldır istediğim ve bir yıldır heyecanla beklediğim ânı yaşamak demek. Tüm o duyguları boşaltma vakti yani…

Maçtan sonra gördüm; ben son ribaundu alırken görüntü Ergin Abi’ye geçmiş; taraftara dönüp sevinmeye başlıyor, sonra bakıyor ki 14’ten 8’e inmiş süre, “Pas, pas!” diyor. Bense tavşan gibi sekerek geçiyorum yarı sahayı. O sırada umurumda değil; sekiz saniye çalmışlar, çalmamışlar…

Potayla Baş Başa

Maç bittiğinde soyunma odasına gitmek kolay değildi. Tabii bir de file kesme muhabbeti var… 1998 yılıydı, İTÜ’nün yıldız takımıyla birlikte Fransa’da bir turnuvaya gitmiştik. En güzel dostluklarımın devam etmesini sağlayan o takımla birlikte fileyi kesmiştim. O zaman takımın en zayıfı, en çelimsiziyken aynı zamanda kaptanıydım. O ortamda böyle bir şey yaşamış olmak müthiş bir heyecandı. 2005’te Amerika’daki iki şampiyonluk sonrasında yine file kesme işi bana düşmüştü. Müthiş bir gelenek bence.

Bugüne dönersek… Fileyi keserken kolumu kaldıracak gücüm dahi yoktu ama çok istiyordum ve bunu hiçbir şekilde başkasına bırakmayacaktım. Tadını çıkara çıkara kesecektim o fileyi! Kupayı kaldırmışız, her şey bitmiş, o an kimse bana yaklaşmıyor… O hissi yaşarken potayla birdim. Başka kimse yoktu.

Maçtan sonra soyunma odasına girdik… Bir afallama var çünkü normalde soyunma odasına giremeyecek insanlar orada; televizyon kameraları, yöneticiler… Kendi çemberimizin dışındaki insanlar içeride. O yüzden, ilk anda heyecanı doğal şekilde yaşayamadık. Doğrudur. Ama aynı zamanda da Avrupa’nın en önemli ikinci kupası, tedavi masasında duruyor! Her şeyden öte onun bir hazzı var.

Kupa Bende Kalacak

Maç biter bitmez, “İhale falan yok, kupa bende kalacak!” dedim. Bunun tartışmaya açık olmadığını net bir şekilde belirttim. Elimde kupayla çıktım, eve gittim, beraber üzerimizi değiştirdik. Düşünsene, salonumda duruyor kupa. Nişanlım Ekin’le “Kupayla kim uyuyacak?” tartışması falan yapıyoruz.

Neyse, kupayı da alıp Galatasaray Cemiyeti’ne geçtik sonra. Cemiyet’te masaya oturduk, hem bir yorgunluk hem de bir tatmin duygusu yaşıyoruz. Ama bir yandan gözüm hep kupada. Çünkü o sırada taraftarlar da yöneticiler de kupayla olmak istiyor. Ben de hep hazır durumdayım; kupa çok uzaklaşırsa müdahale edeceğim! Yani, yanımda kalsın istiyorum. Ama gece sonunda bıraktım kupayı tabii.

Ertesi gün, Lig TV’de programa çıktık. Program bitiminde Ergin Abi ekibe kupayı arabaya koymaları için teslim ettiğinde, “Abi bende kalsın” diye araya girip yeniden aldım kupayı. Eve götürdüm, birlikte uyuduk. Sabah uyandığımda da tekrar tekrar baktım. Hatta kupayla kahvaltı bile edecektim ama yoğunluk olduğundan yapamadım. Onu da biraz rahatlayınca madalyayla yapacağım artık.

Dönüm Noktası

Sezonun kırılma anlarından biri Türkiye Kupası’ydı… Errick sakatlıktan yeni dönmüştü galiba, Caleb Green hâlâ sakattı. Joey Dorsey de maçtan bir gün önce bizi bırakıp gitmişti. Biz bu ortamda, kuvvetli bir Banvit takımına son topta yenildik. İçimde, aslında kazandığımız bir maçı rakibe vermişiz gibi bir his vardı. Bu tarz karar verici maçları farkla kaybedersen bir kırıklık yaşayabilirsin. Ama bizde farklı oldu. Son topta AJ Slaughter topu soktu. Ama o şut senin kararının dışında bir şut. Sen yapabileceklerini yapmışsın ama bir şekilde top Banvit tarafını istemiş. Bu, sıradan kaybedilen bir maça nazaran sana karakter ekleyen bir şey. O da bizim Eurocup’ta ilerlememize yardımcı oldu.

Kaybetmeye Sıfır Tolerans

Ergin Abi’nin iki tane mühim karakteristik özelliği var. Birincisi; oyuncularını sezon başında çok doğru seçiyor, hata payı çok az ve oyuncular arasındaki rolleri çok net belirliyor. İkincisi; kaybetmeye tahammülü yok. Sıfır tahammül! Hazırlık maçı da olsa, lig maçı da olsa, Eurocup Finali’nin ilk maçı da olsa kaybetmeye tahammülü yok. Böyle olunca, antrenman ve maç psikolojilerini de çok iyi hazırlıyor. Hocanın bu sezonki konsantrasyonu derslikti mesela.

Maç bittikten sonra sosyal medyada çok paylaşılan bir fotoğrafım var; küçüklüğümde çekilmiş, elimde top, ayağımda büyük ayakkabılar olan.Benim alışık olduğum bir fotoğraf ama sahada doğup büyümüş biri olarak bu noktaya gelebilmek tabii ki farklı bir haz. Öte yandan, “Bu çocuk, bu adam olacak” deseler bir şekilde normal karşılardım. Olması gereken oymuş gibi. Kariyerimde attığım adımlara baktığımda böyle düşünüyorum. Verdiğim kararlar ve düşünce yapımla bu yolu çizdiğime inanıyorum. Bunu başarmak herkesin ulaştığı bir şey değil ama başarabilmiş olmak da “Nereden geldim, ne oldum?” sorusunun cevabı içinde özel bir yer taşıyor.

BENZER HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -spot_img

Son Haberler