INDIANA: Miami’yi sollayıp, Doğu’nun zirvesine kurulmaları sürpriz değil. Ligin en ciddi, en disiplinli, her maçı savunma prensiplerinden zerre taviz vermeden oynayan belki de tek takımı Pacers… Skorer Paul George, artık adını LeBron’ların, Durant’ların yanına yazdıracak seviyeye çıktı. Onun ‘maç kazandıran’ performanslarına bu yıl bir de Lance Stephenson eklendi. Büyük bir sakatlık olmazsa Indiana yerini kimseye kaptırmaz.
MIAMI: Bildiğiniz gibi… Ciddiye alıp çıktıkları her maçı kazanabilecek güçteler. Ancak üst üste gelen iki şampiyonluğun verdiği doygunluk beden dillerinden okunabiliyor. “Hele bir play-off gelsin de…” havasındalar. Bazı maçlarda boyalı bölgeyi tamamen rakibe kaptırıyorlar, tek başına kalan Chris Bosh çok yıpranıyor.
TORONTO: Sezona kötü başladılar. Takasla Rudy Gay’i gönderdiklerinde, daha da aşağılara inmeleri bekleniyordu. Tam tersi oldu. Takım kimyası düzelince, o günden bu yana oynadıkları 19 maçtan 13’ünü kazanıp, (bunların içinde Indiana ve Oklahoma galibiyetleri de var) herkesin birbirine ikram ettiği Atlantik liderliğini kapıverdiler.
ATLANTA: Al Horford sakatlanmasa, “Doğu’yu üçüncü bitirmeleri garanti” derdim. Ama çember altında önemli bir gücü yitirince, istikrarlı çizgilerinden uzaklaştılar. Son iki haftada dört yenilgi aldılar. Yine de kendi sahalarında Houston ve Indiana’yı yenmiş olmaları alkışa değer.
WASHINGTON: Nihayet bu sezon pota altındaki gücünü sahaya yansıtabilen, play-off oynamayı kafasına koymuş bir takım… Genç guard John Wall artık All-Star seviyesinde, bazı maçları tek başına alabiliyor.
CHICAGO: Geçen yıl Derrick Rose yokken verdikleri mücadele ve play-off’ta ikinci tura kadar gitmeleri, büyük takdir toplamıştı. Bu sezona Rose’la ve büyük umutlarla girdiler. Sadece on maç sonra yıldız oyuncu yine sakatlandı. Kalan sağlar, aynı onur savaşını bir kez daha verebilir mi? Zor. Hele takasla Luol Deng’i Cleveland’a gönderdikten sonra!..
BROOKLYN:Herkesin alay konusu olmuşken, ocak ayında birden canlanıverdiler. Yedi maç, altı galibiyet; kurbanlar arasında Oklahoma ve Miami de var. Üstelik Deron Williams ile Brook Lopez sakat. Garnett pivot oynuyor ve diğerleri, sürekli dışarıdan bombalıyorlar. Uygun formül buymuş demek ki…
CHARLOTTE: Al Jefferson her gece ‘İkinci Bahar’ şarkısını söylüyor (Son dört maçta ortalamaları: 26 sayı, 11 ribaunt). Kısıtlı kadroya rağmen, canlı savunma ile çoğu maçın içinde kalıyor, denk getirirlerse kazanıyorlar. Bu onları play-off’a taşır mı? Sanmam.
DETROIT: Ligin en çok umut veren uzunlarının (Monroe, Drummond) yanına onlara hiç pas vermeyecek adamları (Jennings, Josh Smith) getirip koymanın iyi bir fikir olmadığı ortada. Kağıt üzerinde her şeyleri varmış gibi görünüyor ama bir türlü takım olamıyorlar.
CLEVELAND: Luol Deng takasıyla, sezon ortasında kendilerinden hiç beklenmeyecek kadar akılcı bir hamle yaptılar. O günden bu yana altı maç, dört galibiyet (üstelik Batı turnesinde oldukları ve üst üste beş maçı deplasmanda oynadıkları halde). Sezonun ikinci yarısında hızla yükselmesini ve play-off trenine binmesini beklediğim bir takım.
NEW YORK: Anlatılması çok zor bir takım. Kimyası rezalet, koçu her an kovulabilecek kadar kapıya yakın, başlarında JR Smith gibi bir bela var… Tüm bunlara rağmen, ligin üst sıralarında yer alan Miami ve San Antonio gibi favorilerle karşılaştıklarında aslan kesilebiliyorlar. Sonrası yine aynı hamam, aynı tas…
BOSTON: Yeni bir koç, gençlerden oluşan yeni bir kadro… Bunun bir geçiş sezonu olduğu ortada. Celtics’den fazla bir şey beklememek lazım. İyileşen Rondo’nun dönüşüyle birkaç ekstra galibiyet alabilirler, o kadar.
PHILADELPHIA: Sezon başında herkesin sonunculuk adayıyken, lige şaşırtıcı bir başlangıç yaptılar. Ama sonra sakatlıklar geldi, benzin bitti. Şimdi onları seyretmenin tek keyifli yanı, yılın çaylağı olmaya aday Michael Carter Williams (17 sayı, 7 asist, 5.7 ribaunt ortalama).
ORLANDO: Bu yıl 25. kuruluş yıldönümlerini kutluyorlar. Ama ne kutlama! Çeyrek yüzyıl sonra sahada böyle amaçsız bir takım olacağını öngörebilse, patronları bunca parayı yatırmazdı herhalde…
MILWAUKEE: Fazla söze gerek yok; doktor onlara “Ne isterlerse yiyebilirler” demiş.