9 Mayıs 2024, Perşembe
spot_img
Ana SayfaLİGLERSine-i Millet

Sine-i Millet

Rio’ya Manila’dan veda edince 2015-16 basketbol sezonu ülkemiz için resmen kapandı. Hal böyle olunca da tatlısıyla başlayıp acısıyla sonlanan sezonda bir ‘Z raporu’ şart oldu.

Fenerbahçe ile Galatasaray sayesinde ülke tarihimizin uluslararası düzeyde en başarılı kulüp sezonunu geride bıraktık. Bıraktık bırakmasına da kulüplerimizin bu tarihi sezonunda başarılara katkıda bulunan yerli oyuncu sayısı iç karartıcı seviyedeydi. Hal böyle olunca da Olimpiyat elemelerine katılacak Milli Takım’ın kadrosu açıklandığında umut yerini tedirginliğe terk etmişti. Aslında pek sürpriz değildi bu durum. Kadroda sonuçlara direkt etki edebilecek sadece Ersan ve Enes yoktu.

Yabancı serbestisi akıllara gelen ilk suçlanacak durum ancak işin aslı öyle değil. Öncelikle iki kulüp takımımızın tarihi sezonlarındaki yerli oyuncu katkılarını rakamlandıralım; geride kalan sezonun en başarılı iki takımı Fenerbahçe ve Galatasaray Odeabank. Fenerbahçe, Eurolig’de 31, ligde ise play-off dahil 42 maça çıkarken 3 tane de kupa maçı oynadı. Galatasaray ise 24 Eurocup, 37 lig, 1 de kupa karşılaşmasına çıktı.

Yerli oyuncuların sahaya katkıları ise şu seviyede; -değerlendirmede Avrupa’daki maçlarda ‘PIR’ (Player Index Rating) reyting sistemini esas alınırken, ligdeki maçlarda ise PIR olmadığı için durumu dengelemek adına süre ve sayı katkısı kullanıldı.

 

Rakamlarla Yerliler

Fenerbahçe Eurolig macerasını 84.1 ‘PIR’ ortalamasıyla tamamladı. Bu ‘PIR’in 14.5’i yerli oyunculardan. Ancak o 14.5’in 12.2’si Bobby Dixon’a ait. Kendisi Ulusal Takım’da da yer aldığı için bu matematiğe dahil edip etmemek sizin görüşünüze kalmış. Ligde ise şöyle bir tablo var; 42 maça çıkan Fenerbahçe’de yerli oyuncuların aldığı süre tüm takımın aldığı sürenin %27’si. Sayılara olan katkısı da %27. Dixon’siz ise bu rakamlar sırasıyla ve 12.5’e düşmekte.

Galatasaray’da ise durum şu; Eurocup’ı 95.5 ‘PIR’ ortalamasıyla tamamlayan sarı-kırmızılılarda yerli oyuncu katkısı 15.3. Ligde 37 mücadeleye çıkan Galatasaray’da yerli oyuncular sürenin %26’sına skorun da %21’ine katkıda bulunmuşlar.

Buna bir de Ulusal Takım’a en fazla oyuncu gönderen Darüşşafaka Doğuş’un geride kalan sezonda yaşadığı büyük bir hayal kırıklığın yaşadığını hesaba katarsak A Milliler’in Manila’dan önce artık o ‘12 Dev Adam’ halinden pek uzakta olduğunu söylemek yanlış olmazdı.

Rakamlar yukarıdaki gibi.

Ve o rakamlar geçmişte alınan bazı kararların ve halihazırda atılan bazı adımların sonucu.

Adım adım analize başlayacak olursak kulüp basketboluyla ulusal takımlar arasında direkt ve indirekt bağlar bulunmakta. Kulüplerin yabancı ağırlıklı katkıyla yakaladıkları büyük başarıların irdelenmesinde fayda var.

Mutlaka yabancı yardımıyla gelen başarıların Ulusal Takım’a yarardan çok zarar verdiğini savunanlar olacaktır. Haksız da sayılmazlar ancak kulüp başarılarının uzun vadede yaratacağı olumlu etkileri bir fırsata çevirmek de çok önemli bir seçenek.

 

20 yılda 12 Dev Adam yarattık her yaştan

Yukarıdaki ‘fırsat’ kullanımını açmak gerekirse; Evet yabancı bolluğunda gelen başarının direkt olarak ulusal basketbol takımımıza katkısı yok. Ancak o başarılar sayesinde jenerasyonlar gelişir çocukların-gençlerin basketbola bakışı farklılaşır vs. vs… Klasik laflar bunlar ama o 80’lerin sonu 90’ların başında Larry Richard-Pete Williams gibi rol modellerle yakalanan ivmenin, ‘79 jenerasyonu’ gibi ülkemize tarihi başarılar getiren nesil üzerindeki etkisi şüphesiz. Basketbol sevgisini Koraç Kupası'nı kaldıran Efes'le, finaller oynayan TOFAŞ'la, Eurolig’in gediklisi Ülker ile kazanan o gençlerden Avrupa ve Dünya Şampiyonası'nda ikincilikler kazanan 12 Dev Adam yarattık.

Şimdi bir sonraki aşamaya çıkmak için geride bıraktığımız sezonu bir kaldıraç olarak kullanıp geleceğe yatırım yapmak için hiç ama hiç geç değil. Hatta takımlarımız daha 5-6 yıl önce hayal olan kombine bilet satış rakamlarına ulaşır duruma geldiklerini göz ardı etmemek gerek. Yani ilgi artmakta. Bunu yeni bir başlangıç olarak görmekte fayda var.

Son yıllarda kırık karneye sahip olan Efes üzerinden yapılan tartışmalardan biri de özellikle 3 Büyükler'in şampiyonluklar kazanmasıyla beraber ortaya atılan 'Anadolu Efes misyonunu doldurmuştur' eleştirisi. Ancak bu, çok da doğru değil. Efes kendisini tanımlayan başarı formülünden yıllar önce uzaklaşmayı tercih etmişti. Nedeni de “NBA’ye oyuncu mu yetiştireceğim ben”di. Efes, eski tutkusundan uzak olsa da hala ülke basketbolunun en önemli yetiştirme kurumu. Tıpkı TOFAŞ gibi, Karşıyaka, Darüşşafaka, Banvit, Fenerbahçe ve Galatasaray gibi… Altyapı milli takımlarına bakarsanız kadroların %90'ının bu takımların oyuncularından oluştuğunu göreceksiniz.

O yüzden tüm bu takımlarımızın misyonları devam etmekte hem de bulunduğumuz şu ortamda artarak. NBA’in piyasadaki elle tutulur oyuncuların %80’ine sahip olduğu ortamda özkaynaklara yönelmek orijinal bir fikir olarak gözükmese de en akil yöntem. Ve uzun vadede bağımsızlığın yolu.

Cedi’den 2-3 sene önce Enes daha öncesinde Ersan, Semih, Oğuz, Ömer Aşık, onların öncesinde Hidayet, Mehmet Okur, Kaya Peker, Kerem Tunçeri, Kerem Gönlüm, Ömer Onan, Serkan Erdoğan onlar öncesinde İbrahim Kutluay, Mirsad Türkcan, Haluk Yıldırım, Hüseyin Beşok daha da geri gidersek Ufuk Sarıca, Volkan Aydın, Tamer Oyguç, Harun Erdenay, Orhun Ene, Levent Topsakal ve adını sayamadığımız (şifreli kanallara dahi para verip gecenin köründe tüm ülkeye Avrupa maçı izleten Efes Pilsen dönemi hatrına 1990'lara kadar geri gittik) bir sürü isimle devam edilebilir.

Türk basketbolunun en donanımlı yaş grubu olarak kabul edilen ve Altın jenerasyon olarak nitelendirilen 79 jenerasyonu kendinden önceki yerli-yabancı oyuncuların başarılarından etkilenerek kendilerine o kadrodan isimleri kahraman olarak görerek üst seviyelere geldiler. Kahramanlara ve kahramanlık hikayelerine başarılara ulaşmak için ihtiyaç var o yüzden evet Fenerbahçe ve Galatasaray'ın bu sezonki başarılarının Ulusal takıma direk katkısı yok ancak indirekt katkısını büyütmek herkesin elinde.

Peki altyapılarımız çok mu başarısız. Aksine basketbol özelinde son 8-10 yıldır Avrupa’nın belki de en stabil altyapılarına sahibiz. 2010’dan bu yana U16-U20 arasındaki takımlarımız 11 madalya kazandılar. Bunlar arasında 4 Avrupa şampiyonluğu, 1 Dünya 2.’liği, 5 Avrupa 3.’lüğü ve 1 de Dünya 3.’lüğü bulunmakta. Yani altyapı bir anlamda takır takır işlemekte. Sorun altyapıdaki hammadeyi A Takım seviyesinde işleyememekte.

Yine aynı periyotta A Takım seviyesinde çıkartabildiğimiz ‘A sınıf’ tek isim Cedi Osman ve Enes Kanter. Furkan, Kenan, Samet, Metecan, Furkan, Ömer Faruk bu isimler genç seviyede uluslararası çapta çok başarılı olsalar ve hatta şampiyonluklar kazanmış olsalar da A seviyeye uyumda zorlanmakta olan isimler.

 

İki farklı örnek

Peki ' çözüm nedir?' konusuna gelirsek; iki örnek vereceğim ilki bizden biri Eşref Apak…

Hatırlayacağınız üzere henüz 18 yaşında çekiç atmada Dünya Gençler Şampiyonu olan Apak sonraki  3-4 sezonda Akdeniz Oyunları, Avrupa Şampiyonası ve hatta Olimpiyatlar'da madalya almış gelecek geleceğin ta kendisi olan bir atletti. Kariyerinin sonraki bölümü maalesef yokuş aşağı gitmiş olsa da potansiyeli çok üst seviyedeydi.

Asıl konumuz onu küçük ve genç yaş grubunda çalıştıran Artun Talay'ın Eşref madalyalar kazanırken çıkıp yaptığı “Bakın ben Eşref'e yetmiyorum daha üst düzey bir koça ihtiyacımız var yoksa bu çocuğa yazık olur” serzenişi altında yatıyor. Onun bu arzusu karşılık bulamasa da bu onun en asil duyguların antrenörü olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Eşref de küçük yaş gruplarındaki fiziksel üstünlüğü sayesinde genç seviyede çok iyi işler çıkarttı. Ancak koçu Talay'ın bahsettiği gibi kapasitesi daha üst seviyeye çıkartılamadığı için kariyerinin sonraki bölümünde oldukça zorlandı.

Diğer örnek ise daha bilimsel; Polonyalı spor bilimcisi ve tenis koçu Piotr Unierzyski’nin (100'den fazla akademik araştırması olan bir bilim adamı) 1994-2002 yılları arasında 50 ülkeden 12-13 yaş grubundaki 1000 tenis oyuncusunu kapsayan araştırması sonucunda en güçlü, en atletik olanlardan çok, özel hayat-spor dengesi yüksek, aileleri ve koçları destekleyici olanların uzun vadede daha fazla gelişim gösterdiği sonucuna varmıştır.

Bu araştımada yer alan isimlerden bir de tenis efsanesi Roger Federer’dir. Federer küçük yaş gruplarında çok büyük beklentiler yaratan bir tenisçi değildi. Yetenekli olduğu tartışma götürmezdi ancak yaş grubunun ne en güçlüsü, ne en atletiği ne de en iyi tenisçisiydi. Hatta küçük yaşlarda onu çalıştıran Adolf Kacovsky bile “Onun iyi bir tenisçi olacağından şüphem yoktu, İsviçre'nin en iyisi belki de ama aklımda onun gelmiş geçmiş en iyisi olabileceği yoktu” demişti. Ancak yetenek gelişimi ve kariyer planlaması o kadar doğru bir eğride gerçekleşti ki, ‘Junior’ kariyerinin son iki yılında bağıra bağıra ‘Ben geliyorum’ demeye başlamıştı.

İki örnek ışığında konumuza geri dönersek; yetenekli genç oyuncuları üst seviyeye hazırlamada problem yaşıyoruz. Doğru kararla yanlış kararların birbirine girdiği geçiş dönemleri yaşayan genç yıldız adayları o mental fırtınanın içinde zaman zaman -maalesef çoğunlukla- kaybolup gidiyorlar. Onları bu aşamada destekleyecek, ileriye götürebilecek antrenörler, profesyoneller yerine maddi çıkarı ya da günlük başarıyı önde tutan kişilere -bu bir suçlama değil sadece bir tespit- teslim ediyoruz. Sadece basketbol için de geçerli değil bu.

Bunun sebebi olarak geliştirmekten çok mahsul toplamaya dayalı bir sistem içinde olmamız. Hatta bunun için bir tanım bile var ABD'de. Yetenek seçme vs. yetenek saptama. Gelişimden kasıt; fiziksel, oyunsal, zihinsel gelişim ve tüm bunlardan daha önemlisi o bireylerin henüz çocukluktan gençliğe adım attıkları dönemdeki insan olarak gelişimleri.

Yetenek seçmeyi açarsak

Yetenek saptama ise; küçük yaş gruplarında sadece en yetenekli, en güçlü, en başarılıları değil gelişime açık olanları yetenek havuzunda tutmaya ve onları da tıpkı 'üstün' grupmuş gibi eğitmeye devam etme.

Zaten önceki paragraflarda antrenörlük ve hayat antrenörlüğü aşamalarındaki sıkıntılardan bahsetmiştik. Üst yaş gruplarına çıkarken de yetenek vasıtasıyla elene elene havuz o kadar daralıyor ki elde bir avuç genç kalıyor. Onlardan da bazıları yukarıya çıkarken benliklerinden o kadar çok harcamış oluyorlar ki ya bıkkınlık ya da ulaşılan şöhret ve/veya maddi rahatlıkla rehavet vitesine takıyorlar ve ilerleme duruyor.

Mesela Türkiye'de Bobby Dixon fiziğinde kaç oyuncuya genç takımlarda şans verildi. Altar Tunçkol ve Bora Sancar dışında akıllara gelen başka üst düzeyde isim pek yok. Nedeni; o boydaki kişilerin basketbola ilgi duymamaları mı? Hayır… Küçük yaş gruplarında küçük yapıdaki isimlere özen gösterilmemesi ve hatta 'senden olmaz boşuna vaktini harcama' düşünce tarzıyla takım yapılarından uzaklaştırılmaları. Bu işin sadece bir açısı. Bunun gibi daha birçok örnek gösterilebilir.

Dahası Türkiye'de basketbol antrenörü olmak için katıldığınız hiçbir kurs ya da eğitimde çocuk psikolojisi eğitimi verilmiyor. Yani genel spor psikolojisi dersi olsa da, henüz 6-7 yaşında 'eti senin kemiği benim' diye çocukları-gençleri emanet ettiğimiz antrenörlerin çocuk ve insan psikolojisi eğitimi olmuyor. Genel spor anatomisi ve fizyolojisi dersleri olsa da, çocuk ve gençlerin fiziksel gelişimi için dersler bulunmamakta.

Bu ve buna benzer sebeplerden dolayı gelişim aşamasında sınıfta kalıyoruz. Hem koçlarımız hem yöneticilerimiz zaman zaman da aile fertleri gelecek planı yerine anı kovalıyorlar. Aslında sporda kariyerinizin performansa ne kadar bağlı olduğunu düşünürsek mentaliteyi değiştirmeden kişileri suçlamak pek de doğru değil. Mesela hiçbir altyapı koçunu şu ana kadar şu kadar oyuncuyu A Takım seviyesine çıkarttı diye övülürken duymayız. Duyduğumuz şey şu koç altyapılarda şu kadar madalya ya da kupa kazandı olur. Altyapıya yatırım yapan yöneticiler de benzer şekilde değerlendirilir.

 

Liste giderek kısalıyor

Yukarıdaki Ulusal takımlarda görev almış oyuncu listesine bakarsanız her geçen dönemde yazılabilecek isim sayısı azalırken geçmişte yazılanların dışında bir o kadar da dışarıda kalanları aklımıza getiriyoruz. Günümüze yaklaştıkça yetenek filtresini aynı tuttuğumuzda yazacak oyuncu sıkıntısı da yaşıyoruz. Tabii hal böyle olunca da yabancı kuralı mı etkili oldu yoksa yetenek havuzu mu daraldı tarzında 'tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan' ikileminde bulabiliriz kendimizi.

Şahsi görüşüm yetenek oldukça kimse kafasını başka bir yöne çevirmez. Yani hangi yetenekli yerli oyuncu oynatılmıyor diye isyan var pek hatırlamıyorum. Kısaca asıl problemimiz; yetenek ve yeteneğin A seviyeye dönüşüdür yabancılarla yakalanan başarılar değil.

Tabii yukarıdaki sistemi oluşturmak için önce antrenörlerimizin ve ailelerimizin son olarak da gençlerimizin bilinçlenmesi gerekmekte. Fenerbahçe ve Galatasaray'ın yabancı oyuncular önderliğinde yarattığı güzel atmosfer umarız basketbolumuz için başka bir ateşleme noktası olur ve uzun vadede geri dönüşünü bilinçli adımlarla görürüz. Çünkü uzun vadede sıkıntılar yaşayacağımız da ortada.

Ama umutsuzluğa kapılmak doğru değil. Ne de olsa ilk olarak 1980'de Türkiye'de gösterime giren 'Beyaz Gölge' ile büyük başarılar kazanan altın jenerasyona ilham kaynağı olan oyuncuların tohumlarının atıldığı bir toplumuz, yabancı oyuncularla gelen gerçek başarılar çok da sıkıntı yaratmaz. Ama kullanmasını bilirsek tabii.

BENZER HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -spot_img

Son Haberler