Halen geçerli midir bilmiyorum ama bir zamanlar Efes altyapısında yazısız bir kural vardı… Takımını Türkiye şampiyonu yapan yıldız ya da genç takım antrenörü, bir yıllık maaşının toplamı kadar prim alırdı. Peki ya ikinci olursa? Hiçbir şey!
Yalnızca şampiyonluğu hedef gösteren, müzedeki kupalarla övünmekten başka şey bilmeyen ve oyuncuların bireysel gelişimini arka plana atan bu zihniyet yüzünden, Merter’deki altyapıdan üstyapıya çıkan oyuncuların sayısında son yıllarda hatırı sayılır bir gerileme gözleniyor. Efes genç takımından A takımın yolunu bulabilen ve orada kayda değer bir rol alan son isim Cenk Akyol (2004)… Arada Barış Ermiş, Valentin Pastal, Mutlu Demir, Barış Hersek, Dusan Cantekin gibi gençler forma şansı yakaladı ama hiçbiri kalıcı olamadı. Basketbol Federasyonu’nun son dönemde altyapı milli takımlarına yatırımı da biraz bu tabloya benziyor. Şampiyonluk odaklı çalışıyorlar çünkü ‘devlet böyle istiyor’. Sporu yönetenlerin, katıldığımız organizasyonun seviyesi ne olursa olsun, ne kadar altın madalya takıntılı olduğunu son olarak Akdeniz Oyunları’nda görmedik mi? Herkesin C takımıyla geldiği o yarışmalarda birinciye 500 Cumhuriyet altını ödül vermek neyin nesiydi Allah aşkına?
İmkân kısıtlı, ödül bol
Böyle sporcu yetişmez. Olsa olsa ödül avcısı çıkar bol miktarda… Onlar da ödülü kapmak için doping dahil her şeyi yapmaya hazırdır. Yetişme aşamasında sporcusunu çağdaş imkânlardan yoksun bırakan, tesis, antrenör, özel beslenme, psikolojik destek gibi faktörleri es geçen devlet, hasbelkader şampiyon olduğunuzda sizi altınlara boğar. Vaktiyle size insan muamelesi yapmayanlar, boynunuza madalya taktığınız gün sizi bir propaganda makinesinin en parlak dişlisi yapmak için kapınızda kuyruk olur.
Basketbolu yöneten kafa da yukarıdan aferin almaya bayıldığı için, her turnuvada madalya kovalıyor. “Kazansınlar, bunda ne yanlış var?” diyeceksiniz. Şöyle: Biz çocuklarımızı, yarıştığımız ülkelerden daha sık kampa alıyor, daha fazla antrenman yaptırıyoruz. Öyle ki, 16-17 yaşında bir genç, kulüptü, milli takım kampıydı, özel maçtı derken, okulun yolunu unutuyor. İçlerinde ders kitabının kapağını kaldırmayanlar, haritada İsveç’in yerini gösteremeyenler var. Sonuçta, biz o yaş gruplarında yenilmesi daha zor olan takımlar yaratıyoruz; Almanlar, Fransızlar, Litvanyalılar önce insan, sonra sporcu yetiştirmeye çalışıyorlar. En sonunda da yetiştirdikleri sporcuları bir takımda toplamaya bakıyorlar. Üstyapıya geldiklerinde bizi yenmelerinin sebebi bu.
Seni pamuklara sarmalar sararım…
Tabii bir de yabancı kısıtlamaları var. Futboldaki 6+0+4 kadar saçmasapan olmasa da, Beko BL’de geçerli 3+2 de mantık sınırlarını yeterince zorlayan bir uygulama… Bir takım kadrosunda beş yabancı bulundurabiliyor ama bunların ancak üç tanesi aynı anda oynayabiliyor. Bu durum, Türkler’in yabancılarla rekabete girmek yerine kendi aralarında bir paylaşımla ligdeki takımlara dağılmasına neden oluyor. Nasılsa, her takımda en az iki Türk oyuncunun sahada olması garanti. 16, 17, 18 yaşındayken Avrupa’ya parmak ısırtmış, memlekete madalyayla dönmüş yetenekli gençlerimiz var ya!… İşte onlar 20-22 yaşına gelip profesyonel sözleşmeye imza attıkları anda skordu, ribaunttu, maç kazanmaktı gibi işleri bırakıyorlar yabancılara, bir kenara çekilip ‘memur’ oluyorlar. Sadece birbirleriyle rekabet ediyorlar -o da bindikleri otomobillerin markaları üzerinden! Yabancıları geçmek gibi bir dertleri olmuyor. 10-15 dakika oynasalar bile, kulübüne göre beş veya altı sıfırlı kontratlara imza atmaları kesin olduğu için yan gelip yatıyorlar. Hedef yok, kendini geliştirmek için bireysel çalışan yok… Ahmet Kurt’un yazdığı gibi ‘forma verilmez, alınır’ kuralından haberdar olan yok… İç piyasa yüksek, her yaz para oluk oluk akıyor. O yüzden yurt dışında iş arayan da yok! Sonuç: 17 yaşındayken Tony Parker’lara, Ricky Rubio’lara parkeyi dar eden çocuklarımız, yaş 24’e gelince onların NBA kariyerini, Teşvikiye kafelerinden seyreder hale düşüyor. Kabahat onlarda mı, yoksa onları pamuklara saran, koruma altına alıp memura çeviren sistemde mi?
Halbuki yüksek gümrük duvarlarının gelişmeyi geciktirmekten başka işe yaramadığını, otomotiv ve beyaz eşya gibi sektörlerden görüp öğrenmiş olmamız gerekir. Türkiye’de buzdolabı ithalatı yasakken, kullandığımız ev aletlerinin kalitesi ortada. Şimdi ithalat serbest ve biz bütün dünyaya buzdolabı, çamaşır-bulaşık makineleri satan bir ülke haline geldik. “Yabancı sayısı serbest bırakılırsa, bazı takımlarımız sahaya on yabancıyla çıkar. Kimse oyuncu yetiştirmez ve milli takımlar perişan olur” diyenler var. İyi de, kendi takımındaki 150 bin dolarlık Amerikalıyla bile rekabete giremeyen, ondan 3-4 kat fazla kazandığı halde sahadaki dakikaları, el yakan topları ona bırakan Türk genci, nasıl olacak da milli formayı sırtına geçirdiği anda Avrupa’nın tozunu atan bir canavara dönüşecek?
Bu konu uzun… Haftaya önerilerle devam ederiz…