15 Kasım 2024, Cuma
spot_img
Ana SayfaDİĞERARŞİVYiğiter Uluğ ile dobra dobra

Yiğiter Uluğ ile dobra dobra

Bir dönem Basketbol Federasyonu bünyesinde görev yaptınız. O dönemki pozisyonunuz ve misyonunuza yönelik yorumlarınız?  
Aslında iki dönem… 1992’de Turgay Demirel ilk olarak federasyon başkanlığına seçildiğinde, ben de hasbelkader onun yanında çalışıyordum; Fast Break dergisinde… O günlerde federasyonun doğru düzgün kadrosu yok, her şey Spor Sergi Salonu’nun altındaki iki göz odadan yönetilmiş yıllarca… Tam o sırada Spor Sergi de federasyondan alındı (Lütfi Kırdar Kongre Merkezi yapılmak üzere). Yani yeni başkanın makamı bile yok! Hatta o yüzden Turgay Bey, kendi şirketinin kiracı olduğu Elmadağ’daki ofisi federasyonun kullanımına verdi. İlk günlerde sadece genel sekreter Nur Gençer oturuyordu o ofiste. Kadrolar kurulana kadar biz de elimizden geldiğince yardım ettik. Hiç unutmam, 1992 yazını sabahtan akşama yönetmelik yazarak geçirmiştik. Nur Gençer, Emin Balcı, Mehmet Çetin Ataünal ve ben saatlerce tartışıyor, başkanın talimatları ile Avrupa’daki yönetmelikleri karşılaştırıyor ve oturup yeni müsabaka, transfer ve disiplin yönetmeliklerini kaleme alıyorduk. Bizim yazdıklarımızı daha sonra Levent Bıçakçı okuyor ve hukuki açıdan herhangi bir pürüz varsa düzeltiyordu. O yaz yapılan Avrupa Futbol Şampiyonası ile Barcelona Olimpiyatları’nı neredeyse hiç seyredemedim ama şimdi düşününce, ne kadar verimli, üretken günlermiş diyorum. Türk basketbolunu yeni bir döneme taşıyacak, on yıllarca idare edecek anayasayı yazmışız meğer!.. O dönem 1994 Nisanına kadar sürdü. Sonra askere gittim ve dönüşte yeni çıkacak Yeni Yüzyıl gazetesinin kadrosuna dahil oldum.  İkinci dönem benim Barcelona dönüşüme denk geliyor; 1999 yazına… 2001 Avrupa Şampiyonası Organizasyon Direktörlüğü gibi fiyakalı bir unvanla federasyonda işe alındım ama o koltukta oturduğum bir yılda neredeyse hiçbir şey yapmama izin verilmedi. Bir yandan devletin ilgisizliği ve son derece ağır işleyen bürokrasisi, bir yandan Turgay Demirel’in hayalleri ile ülkenin gerçekleri arasındaki derin uçurumlar, bir yandan federasyon yönetim kurulunda her üyenin ayrı telden çalması… Sonuç olarak, bir yılda ortaya koyabildiğim sadece iki parça iş oldu: Bir; organizasyonun logosunu seçip, yurt içinde ve dışında gerekli yerlere ulaştırabildik. Yani tanıtım için ilk adımı attık. İkincisi de, organizasyonun ilk turu için seçilen ama henüz salonu olmayan Antalya’da maçların oynanabileceği bir yer bulmamdır. O da tamamen tesadüfle… Bir gün turizmci Ceylan Pirinççioğlu federasyona uğradı. “Siz bu şampiyonayı aldınız ama hangi salonlarda yapacaksınız?” dedi. En büyük derdimiz bu zaten! Ankara’da ASKİ, İstanbul’da Abdi İpekçi… FIBA’ya göre bu salonlar da dört başı mamur değil ama en azından idare edecek düzeydeler. Başka salonumuz yok. 5 bin koltuklu, air condition’lu, otoparkı, internet ve telekom altyapısı olan yer arıyoruz deli gibi… Şampiyona’ya sadece 18 - 20 ay kalmış. Bugünkü Sinan Erdem, daha çatısı bile kapanmamış durumda, Ataköy’de savaş artığı bir virane dibi duruyor. Ceylan Bey dedi ki, “Antalya’da Ticaret Odası kapalı bir fuar alanı inşa ettirmiş. Şehrin dışında ama altyapısı hazır, en önemlisi de kliması var. Bir bakın isterseniz.” Antalya, bizim vazgeçemeyeceğimiz bir kent. Yatak kapasitesi, doğal güzelliği, tarihi mirası, havaalanı, her şeyiyle bu şampiyonayı düzenlemeye lâyık bir şehir. Gittim, baktım Antalya’daki fuar alanına… Tamam, sportif amaçlı düşünülmüş bir yapı değil ama içine rahatlıkla 5 bin kişilik portatif tribün alabilecek büyüklükte. Geldim, rapor yazdım. Turgay Bey güldü, “Fuar alanında turnuva oynanır mı?” diye… Benim yazdıklarımı yönetimden sadece Jülide Sonat ciddiye aldı. Baktım, olacak gibi değil, birkaç ay daha sabrettim, sonra verdim istifamı… Orada o koltukta otururken yapamadığımı istifa ederek yaptığımı düşünüyorum. Çünkü böylece durumun ne kadar vahim olduğunu anladılar. Alarm düğmesine basıldı. Benim yerime Ali Özsoy geldi. Onun inşaat alanındaki tecrübesi her şeyin apar topar yetiştirilmesine yardımcı oldu. Ve maçlar Antalya’da, başlangıçta dudak bükülen o fuar alanında oynandı.
Demirel iktidarın dümen suyundan çıkmayan bir idareci haline geldi 
Basketbolumuzun üslubu, olması ve olmaması gerekenler hakkında nasıl bir yol haritası çizmeliyiz?  
Turgay Demirel, müthiş bir iyi niyetle, geniş bir vizyonla ve tüm basketbol ailesini kucaklayan çok güçlü bir ekiple gelmişti 1992’de… Hiç unutmam, o günlerde All Star maçları basketbol ailesinin büyüğüyle küçüğüyle, kadınıyla erkeğiyle kucaklaştığı bayramlar gibiydi. Kırgınlıklar unutulur, muhalifi, aykırı görüşleri olanı, seçimde karşı tarafa oy vereni ayırt edilmeden herkes o şenliğe davet edilirdi. Turgay Bey’in ilk yönetim kurulunda rahmetli Rüştü Yüce’den Erkut Yücaoğlu’na, Hüsnü Özyeğin’den Zafer Mutlu’ya, Tuncay Özilhan’dan Engin Muratoğlu’na Türkiye’nin en saygın işadamları, en değerli beyinleri vardı. Hatta bir spor yazarı ilk toplantıdan çıkışta “yahu keşke Türkiye’yi böyle bir kabine yönetse” demişti. Hükümeti bile kıskandıracak kadar güçlü, üretken, kendi alanında etkin ve başarılı isimlerden kurulu o yönetimleri ne yazık ki kullanamadı Demirel… Aktive edemedi, çünkü etmek istemedi. Tam tersine, o insanları sadece arada toplanıp ilk kez gördükleri metinlere imza atar hale getirdi. Bu kadar pasifize edildiklerini görünce onlar da ufak ufak uzaklaştılar tabii… Bugün o ilk kadrodan sadece Hüsnü Karagözoğlu var, Turgay Bey’in eniştesi… Diğer yönetim kurulu üyelerini sokakta görsek tanımayız. Basketbolla ne derece ilgililer, bizim çok sevdiğimiz bu oyuna ne katkıları olmuştur, ne katkıları olabilir, bilmiyoruz. Bir de şu nokta var: Turgay Bey 1992’de başkan seçildiğinde onun 1 numaralı danışmanı Yalçın Granit’ti. Turgay Bey Fatih’se, Yalçın Ağabey de Akşemsettin’di dersem yanlış olmaz. Yalçın Ağabey, oyunculuk, antrenörlük ve sonrasında yöneticilik yaşamı boyunca hep zirvede olmuş, popüler, güçlü ve gücü kullanmayı iyi bilen bir insan… Takdir edersiniz ki, bu tip insanların sevenleri kadar sevmeyenleri de vardır. Yalçın Ağabey’in başkana yakın olması o dönem kimilerini rahatsız etmişti belki, ama ben bugünden bakınca Yalçın Ağabey’in öyle bir pozisyonda olmasının çok faydalı olduğu sonucuna varıyorum. Çünkü Yalçın Ağabey, o yapıda bir denge unsuruydu. Turgay Demirel’in kimi zaman haklı da olsa, her koşulda insanları kendisinden uzak tutan, soğuk, mesafeli, tepeden bakan “her şeyi ben bilirim”ci tavrına karşılık Yalçın Ağabey, küçük - büyük demeden herkesi dinleyen, kucaklayıcı, birleştirici bir akil adam portresi çiziyordu. Onun ne kadar kıymetli olduğunu Turgay Bey’in yanından uzaklaşmasından sonra anladık. Başkan, bir ara Mahmut Uslu’nun yörüngesine girdi, son 7 - 8 yılda da büyük ölçüde Bogdan Tanjevic’e kulak veren, siyasi iktidarın dümen suyundan çıkmayan, günü kurtaran bir idareci haline geldi. Onunla beraber basketbolun da nereden nereye geldiği ortada…
Barcelona’dayken Jasikevicius’u önermiştim 
Bir dönem Barcelona’da da çalıştınız. Nasıl oluyor da Barcelona çatısı altına girilebiliyor?  
Benimki tamamen tesadüften ibaretti. 1999, Barcelona Kulübü’nün yüzüncü yılıydı ve o sezon kutlamalar çerçevesinde düzenlenen pek çok etkinlik arasında bir de spor yöneticiliği programı vardı. Barcelona Üniversitesi ve kulübün işbirliği ile düzenlenen bu uluslararası programda, çoğunlukla Amerika ve İngiltere’den gelen spor ekonomisi, pazarlama, sosyoloji, iletişim gibi alanlarda araştırmalar yapan hocalar ders verecekti. İlgimi çekti. Az sayıda burs olduğunu ve bursların Barcelona Üniversitesi öğrencilerine verileceğini okumuştum. Yine de bir şansımı denedim. Mektubuma olumlu cevap geldi. Çünkü onlar da Türkiye’den 36 yaşında bir gazetecinin, böyle iki aylık bir programa başvurmasını ilginç bulmuşlardı. Aslında başta niyetim, Eylül’de gidip sadece program süresince orada kalmaktı. Sonradan programa kaydımı yapan görevli “bütün dersler İngilizce değil, hiç değilse biraz İspanyolca bilmeniz, okuduklarınızı anlamanız gerekir” deyince, Temmuz ayında gitmeye ve önce İspanyolca kursuna yazılmaya karar verdim. İyi de etmişim. Yaz boyu şehri gezdim, arkadaşlar edindim. Barcelona basketbol takımının genel menajeri Antonio Maceiras ile tanışma şansı buldum. Ekim sonu bizim dersler bittiğinde,  Antonio, “Bu sene  Korac  Kupası oynuyoruz ve rakiplerimiz genellikle Doğu Avrupa takımları… Çoğunu tanımıyoruz. Bizim için maçları takip edecek birine ihtiyacımız var” dedi. Bana part-time scout’luk teklif etti. İsrail, Yunanistan, Rusya, Türkiye liglerini ve o liglerden Barcelona’nın yoluna çıkan rakipleri takip edecek, hem de transfere dönük oyuncu izleme ve arşivleme işlerine bakacaktım. Benim yaptığımı Güney Amerika, Kuzey Amerika ve Avrupa’nın batısında yapan üç scout daha vardı. Verdikleri para ancak ev kiram ile telefon, elektrik, su paralarımı karşılıyordu ama iş çok zevkliydi. Gezmek, basketbol maçı izlemek ve gördüklerini rapor haline getirip yazmak… O senenin sonunda Barcelona’nın yıldız oyun kurucusu Djordjevic ile yollar ayrılacaktı. Tabii çok gizli tutulan bu bilgi sızmasın diye bizim oyuncularla salon dışında görüşmemiz, samimi olmamız yasaktı. İzlediğim oyun kurucu adayları arasında birini ısrarla Antonio’ya tavsiye ettim. Çünkü ta Karadeniz’deki Avrupa Yıldızlar Şampiyonası’ndan beri tanıyordum ve Amerika’daki kolej kariyerini de takip etmiştim. Henüz 23 yaşında olan bu Litvanyalı guard, o sezonu ülkesinde geçirmişti ve fiyatı sudan ucuzdu. Antonio, “İyi oyuncu ama henüz kendisini kanıtlamış değil. Burası Barcelona. Bu takıma 100 bin dolarlık yabancı alamayız. İki maç kötü oynarsa, taraftar ‘adını bile telaffuz edemediğimiz bu adamı nereden buldunuz?’ der, burayı başımıza yıkar” dedi. Sarunas Jasikevicius’un transferi böylece yattı. O zamanki koç Reneses, izlediğimiz guardlar arasından Olympiakos’lu Anthony Goldwire’ı Beşiktaş’lı Andre Woolridge’e tercih etti. O yıl 170 bin dolara almadıkları Jasikevicius’u, ertesi yaz sanırım 450 bin dolara transfer ettiler. Sezon sonunda Türkiye’ye döndüm çünkü banka hesabımdaki para suyunu çekmişti ve artık boğaz tokluğuna değil, iyi bir maaşla çalışmam gerekiyordu.
Popovich bana sürekli basketbol dışında sorular soruyor
Gregg Popovich ile kişisel dostluğunuz biliniyor. Bu dostluk nasıl başlamıştı?
Belki hatırlarsınız, 1996 yazında Türkiye’de Avrupa Ümitler Basketbol Şampiyonası yapılmıştı. O organizasyonda gönüllü olarak çalışmıştım. Türk Milli Takımı’nın da yer aldığı ilk tur maçları Bursa’daydı ve ben medya merkezinden, basın tribününden, istatistiklerden sorumluydum. O günlerde bazı NBA takımları için scout’luk yapan Hollandalı arkadaşım Rob Meurs, geleceğini daha önceden bildirdiği için kendisine maçları rahatça izleyebileceği bir yer ayırmıştım. Turnuvanın ilk gününde ben basın merkezinde istatistikleri çoğaltmakla uğraşırken, Rob çıkageldi. Yanında uzun boylu, beyaz saçlı bir adam… Rob “Bu, San Antonio Spurs’ün genel menajeri Gregg Popovich” diye tanıttı. O güne kadar hiç NBA GM’i görmemişim, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte, en az üç metre boyunda acayip bir yaratık bekliyorum, karşıma Bermuda şortlu, bisiklet fanilalı bir adam çıkınca afalladım. El sıkıştık, salonun çok kalabalık olduğunu, içeri giremediğini, kendisine yardımcı olup olamayacağımı sordu. İşte Pop’la tanışıklığım böyle başladı. Muhabbetin daha beşinci dakikasında “Burada en iyi İskender nerede yenir?” diye sorduğu anda, sıradan bir Amerikalı ile karşı karşıya olmadığımı anladım. Dersini çalışıp gelmişti. Konuştukça Türkiye’nin coğrafyası, tarihi ve uluslararası politikadaki yeri konusunda söyledikleriyle beni hayretten hayrete düşürüyordu. Hamama gitmek istediğini söylüyor, Eski Kaplıca’nın kaç yıllık olduğunu soruyordu. Ertesi gün öğle yemeğinde Uludağ’a çıkıp, mangaldaki kuzu pirzola eşliğinde sohbete dalınca, misafirimizin Air Force Academy’den mezuniyeti sonrası 1972 yılında ilk görev yerinin Diyarbakır olduğunu, o zaman Türkiye’den, Türk insanından, Anadolu’nun kültüründen ve en çok da halılarından etkilendiğini öğrendim. Bilgisinin kaynağı anlaşılmıştı ama o, sürekli okuyan, araştıran, meraklı bir insandı. Dolayısıyla, bildikleri yıllar öncesinin Doğu Anadolu’suyla sınırlı kalmamıştı. Turnuva bitmeden mutlaka İznik’e gidip, çinilerle ilgili bilgisini derinleştirmek istiyordu örneğin… Sonrasında hep sıcak ilişkiler içinde olduk. Mail’leştik, bazen uzun telefon konuşmaları yaptık ve basketbol sayesinde hemen her yıl yeryüzünün bir köşesinde karşılaştık. Onun sayesinde RC Buford’la, Hank Egan’la, Larry Brown’la, Mike Brown’la, Avery Johnson’la, Tim Duncan’la, Roy Williams’la tanışma şansı buldum. 2001’de Avrupa Şampiyonası için geldiğinde, asistanı Mike Budenholzer ile birlikte federasyonun düzenlemiş olduğu “Coaching Clinic”te görev aldı ve üç gün boyunca Ataköy Ahmet Cömert Spor Salonu’nda kan-ter içinde kalana kadar kendi basketbol felsefesini, doğrularını anlatmaya çalıştı. Normalde, NBA’de şampiyonluk kazanmış bir koçu böyle bir iş için davet ettiğinizde, business class uçuşlarını, otelini, yemeklerini karşılar, üzerine de sıkı bir ücret ödersiniz. Pop, bunların hiçbirini istemedi. Kendi aldığı biletlerle geldi, otelinin parasını ödedi ve son akşam, Beyti’de yediğimiz veda yemeğinde bunu öğrenen Kemal Erdenay, kendisine bir hediye verince (o saatte nereden buldu, bilemiyorum) mahcubiyetten hafifçe kızardı. Arkadaşım diye söylemiyorum, o hiçbir NBA koçuna benzemez. Oyuncularına da daha birinci dakikada kendisine yapacağı her uyarının onu daha iyiye götürmek için olacağını söyler. Zaten örnekler ortada. Pek çok NBA oyuncusu en iyi sezonlarını onunla çalışırken yaşadı. Buna ilaveten, birlikte çalıştığı insanlara ailesinin bir bireyi gibi davrandığı için, zor günlerinde her türlü yardıma koştuğu için de diğer NBA koçlarından ayrılır. Tanıdığım en ünlü ve aynı zamanda en mütevazı insan o… Türk basketbolunu uzaktan takip ediyor ama şimdi pek inanmayacağınız bir şey söyleyeyim: Biz Pop ile bir araya geldiğimizde pek basketbol konuşamıyoruz. Bana sürekli başka konularda sorular soruyor. Türkiye’nin dış politikası, izlediğim son filmler, Papa’nın Arjantinli olması vs. Onun hayatı o kadar basketbolla kuşatılmış ki, iş dışına çıktığında biraz nefes almak ve başka şeylerden söz ederek kendini tazelemek istiyor.
NBA maçını seçerim. 
Bir izleyici olarak Avrupa basketbolunu mu, NBA mi tercih ederdiniz? Neden?  
İzleyici olarak Avrupa basketbolunu tercih ederim ama biri gelse ve “Elimde iki bilet var. Biri Barcelona - Panathinaikos maçına, diğeri New York- Brooklyn maçına” dese, NBA maçına gitmeyi seçerim. Avrupa basketbolunda teknik ve taktik detay olarak daha fazla izlenecek şey var, kabul… Ancak NBA de salona gelen izleyiciye daha fazla eğlence vaat ediyor ve bu sözünü tutuyor.
Niyetimiz, akçeli ve telaşlı işlerden uzak durmaktı, hiç çalışmamak değil…  
Bildiğimiz kadarıyla yılın yarısını Charlotte'da, yarısını Kaz Dağları'nın eteklerinde yaşıyorsunuz. Sizi İstanbul'un kalabalığı mı yordu? Yaşamınızla ilgili yeni kararlar olacak mı?   
Eşim de, ben de 50 yaşımıza geldik. İstanbul’un yüksek tempolu ve hayli yıpratıcı iş yaşamında çeyrek yüzyıldan fazla ter dökmüş insanlarız. Geriye baktığımızda, ikimiz de yeterince çalışıp ürettiğimiz fikrine vardık ve 2010’dan itibaren emeklilik planları yapmaya başladık. Niyetimiz, akçeli ve telaşlı işlerden uzak durmaktı. Hiç çalışmamak değil… Çoluk çocuk yok, hırslı insanlar da olmadığımız için, daha küçük, daha yavaş, doğayla iç içe yaşayabiliriz diye düşündük. Bunun için ilk planda İstanbul’la vedalaştık. Benim basketbola olan merakım, Amerika’da ucuza yaşanabilen küçük bir taşra kenti seçeneğini öne çıkardı. Charlotte’da yaşayan dostlarımız vardı, onların sayesinde gidip geldikçe çok sevdik orayı. Sakin, yeşil, iklimi yumuşak, bir basketbol delisi için ideal bir konumu var. Duke, North Carolina, North Carolina State, Clemson, Davidson, South Carolina… Bu okulların hepsine 1 - 2 saatte ulaşılabiliyor. NBA takımı da cabası!.. Yaz aylarında ise Küçükkuyu’da, hem denizin keyfini sürebildiğimiz, hem güneşin insanı kavurmadığı, klimasız yaşanabilen bir köy evindeyiz. Minik bir bahçe, sağ olsun gelen giden dostlar, onların sayesinde uzun sohbetlerle zenginleşen sofralar, bolca kitap… Memnunuz halimizden. Bu kış Amerika’da başlayacağımız yeni projeler olacak. Tabii ki basketbolla bağlantılı. Onları da duyarsınız zamanla…
İş rutine dönüştüğünde sıkıldım
Aynı işi belli bir süre yapmak sizde can sıkıntısı mı yaratıyor? Başarılı da olsanız aynı iş yerinde devamlılığınız olmadı…  
Bazı insanlar sebatkârdır, istikrarlıdır. Adam girer bir işe, o şirketin her kademesinde çalışır ve sonunda genel müdürlükten emekli olur. Ben o tiplerden değilim. İş rutine dönüştüğünde sıkılıyorum. Beni hep yeni projeler heyecanlandırıyor. İş hayatımda risk almayı, daha önce denenmemişleri ya da az denenmişleri denemeyi hep sevdim. Pişman değilim.
Michael Jordan ve Charlotte beraberliği neden yürümüyor?
Aslında yürüyor… Jordan açısından baktığınızda her şey gayet güzel, güllük gülistanlık… Bir kere önce şunu vurgulamak gerek: Charlotte küçük bir şehir, nüfusu 1 milyonun altında. NBA’de pazarı en dar olan takımlardan biri. Böyle bir takımın zirve adayı olabilmesi, kendi bölgesindeki Miami’lerin, Orlando’ların, Atlanta’ların arasından sıyrılıp her sezon play-off oynayabilmesi kolay değil. Michael Jordan 2006’da küçük hissedarlarından biri olduğu Bobcats takımının, 2010’da patronu oldu. Pekala Florida’daki devasa malikanesine çekilip, eş - dostla golf oynayarak ömrünün kalan yıllarını geçirebilirdi. Ancak o zaman basketbol medyasının gözü önünde olmayacak, yıllar geçtikçe efsane unutulup gidecekti. Bugün Oscar Robertson’u kim hatırlıyor mesela? Jordan’ı gündemde tutabilmek için Nike’ın bulduğu bir formül bu… Charlotte Bobcats’in patronu olması sayesinde, onun adıyla tanınmış ürünler hâlâ gayet iyi satış rakamları yakalıyor. Mesela maçlar sonrasında Bobcats’in mağazasına giriyorum, Jordan’ın o unutulmaz figürünü taşıyan tişörtler, ayakkabılar Bobcats formalarından daha fazla satıyor. Televizyonu açıyorsunuz, Bobcats maçlarına denk gelen reklamlardan çoğunda başrolde Jordan oynuyor. Adam 50 yaşında, hâlâ yıldız, hâlâ bulunduğu takımın yüzü!.. Charlotte’da bir başka yıldızın barınması zor. Bir de madalyonun öbür yüzü var: Satışlar iyi, Jordan para kazanıyor ama bir takım sahibi olarak işine yeterince sahip çıkan bir tip değil. Bir kere şehirde devamlı yaşamıyor, ara sıra gelip gidiyor. Organizasyonu emanet ettiği yakın arkadaşı Rod Higgins’in de yeterli olup olmadığı tartışmalı.
 
Medyada susturmanın yolu belli… İşsiz bırakmak!
Türkiye'deki basketbol medyasını nasıl yorumluyorsunuz?  
Eskiye oranla çok daha bilgili, dünyayı çok daha iyi takip eden gençler var medyada… Bizim zamanımıza kıyasla basketbol medyasının hem toplam kalitesi arttı, hem de bu işten geçimini sağlayabilen profesyonellerin sayısı… Bu açıdan bakıldığında iyimser olmak mümkün. Ancak Türkiye’de siyasetten başlayarak her alana yayılan bir hastalık var son zamanlarda. Muktedir olanlar, hiçbir eleştiriyi duymak istemiyor. Farklı görüşleri savunan, farklı çözüm önerileriyle gelen herkesi susturmak istiyorlar. Medyada susturmanın yolu belli… İşsiz bırakmak! Basketbol medyası da maalesef bu korkunun gölgesinde yaşıyor. Federasyonun gücü arttıkça, arkasına aldığı sponsorlarla, yayıncı kuruluşlarla kontrol edebildiği paranın miktarı yükseldikçe, medyada yazıp çizenlerin çoğu da yönetenlerin dümen suyuna giriyor maalesef… Çünkü ufak tefek çıkarlar karşılığında aleyhte yazmaları engelleniyor. İddia ediyorum: Şu son Avrupa Şampiyonası rezaleti hangi ülkede yaşanırsa yaşansın, medyada kıyamet kopar, belki de federasyon başkanı istifaya mecbur kalırdı. Bizde basın toplantısında Kaan Kural hariç doğru dürüst soru soran bile çıkmadı.
 Yahu ne Tanjevic’miş!  
Slovenya'daki başarısızlık sadece antrenör ve oyuncu seçiminden mi kaynaklanıyor? Yoksa kendimizi sorgulamamız açısından bize iyi bir fırsat mı verdi? Türk basketbolunun kaynaklarını iyi kullandığına inanıyor musunuz?  
Avrupa’da basketbola en çok kaynak aktaran ülkelerden biriyiz. Eskiden Yunanistan’a özenirdik. Şu anda Türkiye’nin gerek altyapıda, gerek üstyapıda harcadığı para, Yunanistan’ın kat be kat üstünde. Ama ne yazık ki yetiştirdiğimiz üst düzey oyuncuların sayısı, ligimizde oynanan maçların kalitesi, kulüplerimizin Avrupa’da aldığı sonuçlar ve en nihayet Milli Takım’ın performansı… Hiçbiri harcanan parayla orantılı değil. Tanjevic dönemine tarafsız gözle bir bakalım: Kendi evimiz dışında oynadığımız ve doğru düzgün oyunlar sergileyerek kabul edilebilir bir derece aldığımız tek turnuva, 2006 Dünya Şampiyonası. Tanjevic’e tam 9 sene verdik. Yetmedi, en yetenekli jenerasyonlarımızdan birinin anahtar oyuncularını teslim ettik. Hakan Demirel, Oğuz Savaş, Semih Erden, Serhat Çetin, Ömer Aşık… Bu isimlerin hepsi Fenerbahçe Ülker’de Tanjevic’in elinin altındaydı. O da yetmedi, gitti Slovenya’dan Preldzic ile Vidmar’ı getirdi. Bu oyuncular beklenen gelişmeyi gösteremediyse sorumlusu kim? Kulüplerde, ortada uluslararası bir başarı, mesela bir Final Four yok… Milli Takım’ın hali meydanda; geçiyorum Sıpları, Yunanlıları, artık Finlandiya’ya bile yeniliyoruz. Ve sağolsun, başkanımız hâlâ çıkmış, “Tanjevic görevinden istifa etti ama gelecekte de bizimle olacak” diyor. Yahu ne Tanjevic’miş! Bu kadar hatada ısrar edilir mi? Burası kulüp olur, babandan sana miras kalmış olur, haydi ona bir şey diyemeyiz. Ama burası Milli Takım! Sen o mevkide daha önce en değerli teknik adamlara 1 - 2 seneden fazla zaman vermemişsin. Bu adamın ayrıcalığı ne? İddia edildiği gibi, seninle ortak olması mı?
Tembellik ediyorum, gerektiği kadar üretken olamıyorum.
Yiğiter Uluğ'a hangi sorunun sorulmasını beklerdiniz ve yanıtınız ne olurdu?  
Yakınlarımın bana sıkça yönelttiği bir soru var. O soru burada da karşıma çıksa şaşırmazdım… “Neden bu kadar az yazıyorsun?” diyorlar. Haklılar belki de… Tembellik ediyorum, gerektiği kadar üretken olamıyorum. Ama bir de şu var: Yazmak tekil bir eylem değil. Yazıp yazıp denize atmıyoruz. Yazdıklarının okunduğunu, çok kişiye ulaştığını, dikkate alındığını bilmek insanı cesaretlendirir. Yazdıklarıyla dünyanın bir nebze olsun değiştiğini görebilen bir yazar dünyanın en mutlu adamıdır herhalde… Bunca yıldır, belki de kitaplar dolusu yazdığı halde, kurduğu tüm cümlelerin “uzayda bir çığlık” misali yitip gittiğini, işe yaramadığını görünce, iştahını kaybediyor insan…
BENZER HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -spot_img

Son Haberler