Uluslararası Olimpiyat Komitesi’nin tanınmış üyelerinden Monaco Prensi Albert demiş ki; “Güvenli bir çift eli seçtik.”
2020 adaylığında İstanbul, kıtaların ve kültürlerin kesişim noktası olmasına ve tarihsel mirasına vurgu yaparken, Madrid modern zamanların en düşük maliyetli organizasyonunu gerçekleştireceğini iddia ediyor ve “Bu işin yalnızca parayla yapılmadığını göstereceğiz” diyordu. Tesislerinin çok büyük bölümü hazır olan İspanyol başkentinin ilk turda elenmesi, olimpiyat gemisinin nasıl yürüdüğünü gösterdi.
Geriye iki aday kalmıştı: Tokyo ve İstanbul… Tarihin en büyük nükleer facialarından birini yalnızca iki buçuk yıl önce yaşamış Japonya, “Biz ekonomik olarak güçlü, siyasal olarak istikrarlı, halkı barış içinde yaşayan, bugüne kadar dünyaya verdiği sözleri tutmuş (daha önce bir yaz, iki kış olimpiyatına ev sahipliği yapmışlar ve el hak, üçünden de alınlarının akıyla çıkmışlardı) bir ülkeyiz” tezini işliyordu. Kaybettikleri 2016 adaylığında ayırdıkları bütçeyi bankaya koyup, bugüne kadar kuruşuna dokunmamayı becermişlerdi ve bugünün dünyasında benim diyenin kalkışamayacağı bu müdebbir tavrı, teminat olarak gösteriyorlardı.
Küçüklerin hiç şansı yok
Cuma günkü yazımda anlatmaya çalışmıştım, olimpiyat oyunları artık küçük ulusların, sorunlu ekonomilerin kaldıramayacağı kadar büyük bir ‘sirk’. Kabul etsek de, etmesek de, yeni dünya düzeni bu sportif organizasyonu şişirdi, büyüttü, hormonladı ve inanılmayacak boyutlara getirdi. Benim şöyle bir iddiam var: Refah düzeyi ne olursa olsun, artık İsveç, Norveç, Danimarka gibi ülkelerin olimpiyat alabilme şansı yok. Organizasyon o kadar büyük mali külfet getiriyor ki, nüfusu az olan bir ülkenin vatandaşlarına kuşaklar boyu vergi yükü olarak dönecek böyle bir şeye kalkışması akılcı değil. Yunanistan’ın, olimpiyat sonrası başına gelenlere bir de bu açıdan bakmak gerek.
Öte yandan, dünyadaki sermaye trafiğini sürekli takip eden ve olimpiyatlar aracılığıyla her dört yılda bir yeni bir ‘yağlı kapı’ bulmaya çalışanlar da, doğaldır ki, kaynakları kısıtlı adaylardan uzak duruyor. Bizim gibi gelişmekte olan ülkeler, dinamik ekonomiler pazarı büyütmek açısından pozitif görünebilir. Ancak bölgemizin çok büyük siyasi riskler içerdiğini, yıllar içinde düşük yoğunluklu çatışmalarla iç içe yaşamaya alıştığını, gözden kaçırmamak gerek. İran, Irak, Suriye, İsrail, Mısır… Yedi yıl sonra saydığım bu ülkelerin oluşturduğu coğrafya, paraya yön verenlerin gözünde ‘yeni bir pazar’ değil, ‘can pazarı’ olabilir -bugün de kısmen öyle. Türkiye ve sıradan bir batılının algısında Türkiye’den daha olumlu yere sahip olan İstanbul, kendisini bu kaotik bölgenin dışında tutamıyor ne yazık ki… O yüzden, çok uluslu devlere normal koşullarda cazip gelecek, hatta ağızlarını sulandırabilecek “Biz bu işe yedi yılda 19 milyar dolar harcayacağız” kartı bile iş yapmadı. Küresel kapitalizm, ‘bir çift güvenli eli’ tercih etti. Şikeymiş, dopingmiş, onlar son olimpiyatta çok madalya almış… Bunların hepsi, oyunu Tokyo’ya veren 60 üyenin kafasında toplu iğne başı kadar yer işgal etmeyen faktörlerdi bence…
Asya kıtasının dördüncü yaz olimpiyatı
Asya kıtası bugüne kadar sadece üç olimpiyat düzenledi. İlki 1964 Tokyo, ardından 1988 Seoul ve son olarak 2008 Beijing… 2020’nin tekrar Japonlara verilmesini, insanlığın huzur ve güven arayışının bir uzantısı olarak da okuyabilirsiniz, 4 milyardan fazla insanın yaşadığı (dünya nüfusunun yüzde 60’ı) ve son dönemde ekonomik alanda müthiş gelişme göstermiş, büyük oyunda kartların yeniden karılmasını talep eden güçlü oyunculara sahip bir kıtaya ödenen bir özür borcu olarak da… Eğri oturalım, doğru konuşalım; ekonomisi yerinde sayan, ‘huysuz ihtiyar’ Avrupa’nın ev sahipliğinde 15 olimpiyat yapılmışken, Asya’nın henüz dördüncüyü alabilmiş olması pek adil sayılmaz. Bu argüman, bize bir sonraki adaylığımızda belki ‘Müslümanlık’ vurgusunu daha bir cesaretle yapma şansı verebilir. Tabii İslam dünyasının kendi içindeki kavgalardan kurtulması kaydıyla!..
Dünya, henüz 30 ay önce radyasyon sızıntısına maruz kalmış bir coğrafyayı, bizim yere göğe koyamadığımız İstanbul’dan daha güvenli bulduğunu ilan etti. Üzücü elbette… Şimdi elimizde şu soru kalıyor: Bu topraklarda yaşayan ve her sorunu kavgayla çözeceğini sanan bizler, en büyük eksiğimizin barış olduğunu ne zaman anlayacağız? (Kınalı ‘tweet’ler atan bakanlar bu sorudan muaftır).