17 Kasım 2024, Pazar
spot_img
Ana SayfaLİGLERNur Danişmend yaşamını yitirdi

Nur Danişmend yaşamını yitirdi

Galatasaray’ın efsane isimlerinden eski milli basketbolcu Prof. Dr. Nur Danişmend aramızdan ayrıldı.

1943 yılında İstanbul’da doğan Danişmend, basketbolculuğunun yanında çocuk cerrahisinde uzmanlaştı. 1994’te Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nde Çocuk Ürolojisi Bilim Dalı’nı kuran Nur Danişmend, uzun bir süre Üroloji Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı. Prof. Dr. Nur Danişmend, 2007 yılından beri Kadıköy Florence Nightingale Hastanesi’nde Çocuk Cerrahisi alanında hizmet veriyordu.

Nur Danişmend’e Allah’tan rahmet; sevenlerine, ailesine ve basketbol camiasına baş sağlığı dileriz.

Nur Danişmend’in ağzından hayatı:

1943 İstanbul, Bostancı doğumluyum. Bahçe içinde güzel bir evimiz vardı. İlkokula ikinci sınıfta başladım. Sonra babamın işi dolayısıyla Ankara’ya gittik. Üç ve dördü Ankara’da okudum. Beşinci sınıfı İstanbul Nilüfer Hatun İlkokulunda bitirdim. Sonra Galatasaray Lisesi’ni kazanıp girdim. 1962’de mezun oldum. Aslında 1961’de mezun olmam gerekiyordu ama o sırada Galatasaray A takımına geçmiştim. Bunun rüzgarıyla bir dersten beklemeye kalırsam daha serbest kalırım diye şuuraltı bir hisle bir sene geç bitirdim liseyi. Sonra tıp fakültesini kazandım. 1969’da bitirdim. Ardından Cerrahpaşa Tıp Fakültesinde genel cerrahi ihtisasına başladım. 1974’te ihtisas bitti. 1975’te üniversite beni İngiltere’ye gönderdi. 1977 sonuna doğru döndüm ve Cerrahpaşa’da bir arkadaşımla beraber çocuk cerrahisi bölümünü kurdum. 1982’de doçent, 1988’de profesör oldum. Hayatım çocuk cerrahisiyle geçti.

Bizim baba tarafı Tokat civarındaki Danişmendliler beyliğinden geliyor. Babam Bülent Danişmend Deniz Harp Okulundan birinci olarak mezun olmuş. Makine mühendisliği tahsili için Almanya’ya gönderilmiş. Harp çıkınca geri dönmüş. Birkaç sene Eskihisar çimento fabrikası müdürlüğü yapmış. Sonra DP kurucuları arasında yer almış. Zafer gazetesi yazı işleri müdürlüğü yaptı. 1960 ihtilalinde İstanbul sular idaresi müdürüydü. Annemin babası da Galatasaray’ı Ali Sami Yen’le beraber kuran Emin Bülend Serdaroğlu’dur. Hem futbol tarihimizde çok önemli bir isim, hem de Fecri Ati dönemi şairlerinden. Yani ben Galatasaray’da okumam, Galatasaray’da oynamam bir yana aileden Galatasaray içinde doğmuşum. Genetik olarak Galatasaraylıyım.

Basketbola başlangıcım enteresandır. Galatasaray lisesi dört seneydi. Lise ikideyken tam buluğ çağında, sınıf ortalamasının bir yaş altındaydım. Tombul bir tip haline gelmiştim. Babam spor yapsana dedi. Futbolu beceremiyorum ne yapayım dedim. Basketbol oynasan iyi olur dedi. Babam Galatasaray divan kurulu üyesiydi, gidip birileriyle konuştu. Rahmetli Cavit Altunay abimin yıldız takım antrenmanlarına torpilli eleman olarak gönderildim ama Cavit abi şöyle bir baktı, ‘Sen şu topu al, bir uçtan bir uca diripling yaparak git gel,’ dedi. Baktım orada herkese başka şeyler öğretiliyor, ben topla tın tın gideceğim. Bir hırs bastı beni. O yaz inanılmaz bir efor sarf ederek, 11’nci sınıftayken yıldız takımın ilk beşinde oynar hale geldim. Yani bir yazlık çalışma sonunda oldu bu. Ama bu arada kilolar normale döndü, boyum uzamaya başladı. 12’nci sınıfta genç takımda oynadım. Daha o takımda sürem vardı, iyi gidiyordu her şey ama Cavit abi beni A takımın kadrosuna 13’üncü kişi olarak aldı. İlk maçta da inanılmaz iyi oynadım. Hatta o zaman Türkiye Spor diye bir gazete vardı. İlk maçımız Beykoz’la oynuyoruz. Spor Sergi’de başka bir aktivite olduğu için Teknik Üniversite salonunda oynandı maç. Bir ara beni oyuna soktu Cavit abi. Fakat bir şeyler oldu sanki bana. Herkesin üstünden ribauntlar alıyorum. Zıplıyorum, omuzluyorum, atıyorum. 16 sayı attım. Daha ilk maçımda hakikaten iyi oynadım diyebilirim. Ertesi sabah üniversiteye gitmek için Kadıköy iskelesinde beklerken Türkiye Spor’u aldım, bakalım maç hakkında ne yazıyor diye. O zaman haftanın üç basketbolcusunu yazardı gazete. Bir baktım Şengün Kaplanoğlu, Mehmet Baturalp, Nur Danişmend. Artık sevincimi tahmin edebilirsin. İlk defa A takımında oynuyorsun ve haftanın üç basketbolcusu arasına seçiliyorsun. Müthiş hoşlanmıştım. Çok gurur duymuştum.

Yıldız takımda oynarken hocamız Cavit Altunay’ın YMCA salonunda bir maça götürdüğünü hatırlıyorum bizi. Tribünü yoktu ama zemini parkeydi. Galatasaray’ın Hasnun Galip’teki salonu küçüktü. Oradan sonra YMCA salonu bize hayli büyük gelmişti. Basketbol oynadığımız dönemde birbirine bitiştirilip parke kaplanan Spor Sergi’de meşin toplarla oynadığımız günleri hatırlıyorum. O toplar zamanla deforme olur, yere vurdun mu zıplayıp başka tarafa giderdi. Hiç unutmam, A takımda 600 lira maaşımız vardı ama fena para değildi. Futbolcularla kıyaslanmaz tabii ama o zaman asistan maaşım 700-800 liraydı. Benim gibi üniversite mezunu olarak aldığım maaşın üstüne koyduğun vakit fena para değildi ama Baba Özer gibi hayatını basketbola bağlamış olanlara idareciler kayda geçmeyen paralar da verirdi. Biz Pazartesi, Çarşamba, Cuma olmak üzere haftada üç idman yapardık. Ben tıp tahsilimi, ihtisasımı basketbol oynarken yaptım. Şimdi kimsenin vakti buna yetmez. Basketbolcuysan başka bir iş yapman mümkün değil.

Ben takıma girdiğim vakit Tunç Erim 7 numaralı formasıyla takımdaydı. Ali Kazaz, Özer Salnur, yani kalabalık bir takım. Tunç abi basketbolu bırakıp Amerika’ya göçtü. Ben 7 numarayla oynadım hayatım boyunca. Biz çok zayıf bir kadroyla, yedi-sekiz kişi sahaya çıkıp, ikinci sınıf bir otelde kalıp bir köftecide yemek yiyerek bir Türkiye Şampiyonası kazandık. Çok enteresan bir olaydır. Üner Erimer abimiz, o da doktor olup Almanya’ya gitmişti. Bir dönem Türkiye’ye dönüyor. Biz İstanbul Liginde beşinci olmuşuz. Normal şartlarda beşincinin Türkiye şampiyonasına girmesi için Federasyon Kupası tertip ediliyor. Biz gittik, bir yerlerde oynadık. Oradaki takımları yenince girmeye hak kazandık. O çok zayıf gibi gözüken takımı Üner abi toparladı. Hem antrenör hem oyuncu olarak biz beklenmedik bir şekilde şampiyon olarak bitirdik turnuvayı. O zaman Kolej, Fenerbahçe ve İTÜ çok iyi takımlardı. Profesyonellik biraz ön plana çıkmıştı. Takımlar para sarf edip oyuncu transfer ediyorlardı.

Basketbol oynadığım zaman boyum 1.89’du. O zaman şimdiki gibi pozisyonlar numarayla anılmazdı. İki guard, iki ekstrem bir de pivot olurdu. Ben sağ ekstrem oynardım genellikle ama Cavit abi Milli Takımda guard oynattı. Sonra Peter Simonov diye bir Bulgar antrenörümüz vardı. Çok şeker, akıllı bir adamdı. O da beni guard oynatırdı. O zaman daha point guard lafı çıkmamıştı. Zone defansa karşı beni ampulun tepesinden kullanırdı. Yani hem şut atabilen hem pas verebilen bir pozisyon olduğu için beni orada oynatırdı. Başarılı da olmuştuk. Bayağı faydalı olmuştu. Adamın yabancı lisanı Fransızcaydı. Ben onun tercümanı gibiydim. Dostluğumuz da iyiydi. Adamcağızın bütün ideali, o zaman spor toto yeni çıkmış. Her hafta kolon kolon spor toto oynardı. Bütün ideali Türkiye’de kazandığı parayı tutup Bulgaristan’a gittiği vakit bir ev, bir araba almaktı. Birinci sezonun sonunda başarılı olunca ailesini de getirdi. Bir gün, ‘Mösyö Simonov burada kalsana,’ dedim. ‘Mösyö Nur, iyi söylüyorsun ama ben çocuklarıma doğduklarından beri nasıl iyi Bulgar olunur diye anlatıp durdum. Nasıl söylerim onlara burada kalalım diye?’ şeklinde konuştu. Teşvikiye karakolunun karşısında küçük bir otel vardı, orada kalıyordu. Kulüpteki antrenmanlara ve Sergi Sarayına oradan yürüyerek gider gelirdi. Kulübün ona gösterdiği bir lokantada yemeğini yerdi. Sigaradan başka hiçbir şeye para harcamazdı, sırf o idealine kavuşmak için.

Genç milli takımla İtalya’ya gittik. Benim ilk yurt dışına gidişimdi, hatta belki hepimizin öyleydi. Hiç unutmuyorum Roma’da hava alanında inip de İstanbul’daki trafikteki arabalar, taksiler hep Amerikan arabasıydı. Roma’da şaşkınlıkla bakmıştık. Karınca gibi küçük arabalar dolaşıyor bütün caddelerde. Orada bir şey yapamadık. Milli takımda ilk beşte oynayacak kıvama geldiğimde bir politik olayla beni hayat boyu boykot verdiler, bir daha giremedim. A takımında ilk beşte oynamaya başladığım Balkan Şampiyonasının hemen ertesinde, Türkiye’ye dönünce Cavit abinin elindeki A takımını o sırada Amerika’dan ziyaretçi olarak gelmiş, Goodyear firmasının reklamını yapan bir basketbol antrenörüne teslim edildi. Onunla İran’da iki maçlık bir turnuvaya gittik. Adam beni birinci maçta 30 saniye oynattı. İkinci maçta da yine ilk devrenin sonunda sokmaya kalkınca ben girmiyorum dedim. Tabii beni hemen rapor ettiler. Türkiye’ye dönünce ceza kurulu bana ebedi boykot verdi. Sporun politikayla karıştığı zaman böyle bir pis tarafı da vardır. Yalnız sporda değil akademik hayatta da başıma geldi ama hepsini atlatıp ayakta kaldım.

Basketbolu bırakacaktım, Varuj, ‘Gel bir sene daha oyna, beraber şu Şişli’yi çıkaralım,’ dedi. Uzman olduğum için artık sorumluluklarım artmıştı, antrenmana ayıracak vaktim yoktu. Fakat Varuj, kardeşim kadar yakın olduğu için kıramadım. Engin de gelmişti, zaten üçümüz çok yakın arkadaştık. Nitekim kümeye çıkardık sonra bıraktım.

Ali Uras fakültede benim hocamdı. Mezun olmaya yakın A takımında oynuyorum. Ali abi bana, ‘Sen madem cerrah olmak istiyorsun, staj imtihanını sona bırak, ondan iyi bir not al. Ben sana bir ay içinde kadro bulurum,’ dedi. Üniversitede o zaman kadro problemi vardı. İhtisası bitirsen bile kadro var mı yok mu, yoksa kadro olan bir yeri seçmen lazım. Tabii bu müthiş bir avantaj. Ben onun oyuncusuyum, o da ya antrenörlük yapıyor ya da şube başkanı. Arkadaşlarım bunu duyunca, ‘sen basketbolcu olduğun için kadroyu alacaksın, biz ne yapacağız’ diye konuşmaya başladılar. Arkadaşlarımın bu sözleri benim ağırıma gitti. Cerrahpaşa’nın da ihtisas sınavına girip kazandım. En iyisi Ali Uras’ın adamı olmaktansa kendi başıma yoluma devam edeyim dedim ve 19 ay maaşsız, kadro açılana kadar bekledim. Bundan dolayı pişman değilim.

BENZER HABERLER

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

- Reklam -spot_img

Son Haberler