Euroleague’de geride kalan iki haftada ekiplerimizin genel karnesi pek iyi değil: Üç galibiyete karşı beş mağlubiyet var. Anadolu Efes ve Galatasaray maç kazanamazken Daçka deplasmanda aldığı galibiyetin kredisini hemen harcadı. Şampiyonluk adayı Fenerbahçe ise beklenenin altındaki oyununa rağmen kayıpsız ilerliyor. Üçüncü maçlara girerken Perasovic ve Ataman’ın çözmesi gereken çok fazla sorun varken Daçka’da işlerin yoluna girmesi daha az süre alacak gibi duruyor. Obradovic’in takımı ise muhtemelen sezon başı ağır kondisyon idmanı yüklemesinin yan etkilerini yaşıyor.
Euroleague’de mücadele eden takımları; şampiyonluk adayı, final four adayı, play-off adayı ve diğerleri şeklinde sınıflandırmak mümkün. Hatta Euroleague haberlerini takip edenler oyuncuların güç sıralamalarına ya da takımların güç sınıflandırmalarına aşinadır. (Belki NBA için yapılan oyunlar Euroleague için de yapılsaydı oyuncuların 100 üzerinden aldıkları gerçekçi notları görebilirdik. NBA oyunlarında yer alan Euroleague takımlarının kadroları ve güçleri fazla çalışılmadan oluşturulmuş isimler ve rakamlardan ibaret.) Bu takımların oluşturulması, yaz aylarında ribaund alabilen kalın bir uzun, şutu olan hızlı bir kısa veya atletik forvet almak gibi basit görünen hamlelerle olmuyor. Bu zor ligde başarının sırrı sisteminize uygun oyuncuları bulabilmekten geçiyor. Yoksa takımlarımıza uygun olduğunu düşündüğümüz yüzlerce isim sayabiliriz. (Şu günlerde NBA takımları kadrolarını netleştirirken Euroleague transfer piyasası yeniden hareketlenebilir.) Bir başka ifadeyle hem kaliteli hem de takıma uygun oyuncuları bulurken, yıldızlar topluluğunuzun mekanik bir sistem takıma yenildiğini görmek istemiyorsanız farklı şeyler yapmalısınız.
Yakın tarihte NBA’den 2004 Los Angeles Lakers ve 2014 Brooklyn Nets veya kıtamızdan 2010 Panathinaikos ve 2011 Olympiacos örnekleri, çok iyi kadrolara sahip olmanın mutlaka başarı anlamına gelmeyeceğini gösteriyor. 2004’te Lakers’ı yenen Pistons, 2010’da Panathinaikos’u grupta dışarı itip final-four yapan Partizan veya 2011 play-off’larında 89-41’lik mağlubiyetin ardından ayağa kalkarak üç maç üst üste kazanıp Olympiacos’u eleyen M. Siena yeteneksiz oyunculardan kurulu değildi. Ancak takım kimyası ve sistemin işlerliği çok daha iyi olan takımlardı. Bunu sağlayan da yönetimin ve antrenörün hamleleridir. Bu çerçevede takım mühendisliği ve takımı yönetmek birçok meziyetin bir arada olmasını gerektirir. Gözümde büyük antrenör ya düşük bütçe ile büyük takımların almak istemeyeceği oyuncularla başarılı olan ve oyuncularını parlatan ya da yıldızları sistemine adapte edebilen antrenördür. Trinchieri ve Obradovic’i bu ayrım için örnek olarak verebiliriz. Ancak bu durum bile Trinchieri gibi antrenörlerin büyük takımlarda başarılı olacağı anlamına gelmiyor. İnsan yönetiminin farklı bir seviyeye geçtiği ve “beklenti” içerisindeki kulüplerde çalışmakla “underdog” takımı çalıştırmak birbirinden çok farklı olgulardır. Yine de seviyeler farklı olsa bile bugün Brose Bamberg ve Fenerbahçe’nin bir ortak yanı var: Tekrar ve alışkanlıklar.
Euroleague, NBA gibi zaman zaman ikinci viteste oynamanıza izin veren bir yapıda değil. Özellikle bu sene normal sezon – top-16 ayrımı olmadığı için her maç aynı önemde ve özellikle bu detaylar liginde kaybın telafisi çok daha zor oluyor. Bu nedenle maçları detaylar belirliyor. Geçen sene gerçek anlamda mücadelenin başladığı top-16 grup maçlarını inceledim. Yanlış saymadıysam 112 maçın 33’ü 5 veya daha az farkla sonuçlanmış. Yine 6-10 fark bandında biten maç sayısı da az değil: 25. Nihai maç skoru maç hakkında tabii ki fazla şey söylemez. Yakın giden maç son beş dakikada kopup 15 sayıyla bitebilir veya 20 sayı bandında giden maç yine son beş dakikada 8-10 sayıya gelebilir. Fakat bu iki etki karşılıklı olarak söz konusu olabileceğinden Euroleague’deki maçların en azından yarısının çok yakın geçtiğini söyleyebiliriz. Bu sene ise 10 maç maksimum 5 sayı farkla kazanılırken, 3 maç da 6-10 fark bandında bitmiş. Oynanan 30 maçın yine yaklaşık yarısı yakın geçmiş diyebiliriz. Temsilcilerimizin bu sezonki sekiz maçının çoğu kafa kafaya oynandı. Fenerbahçe – Brose, Barcelona – Fenerbahçe, Baskonia – Efes, Galatasaray – Kızılyıldız, Kızılyıldız – Daçka ve Daçka – Milano maçları yakın geçen ve hatta son bir iki topun belirlediği maçlar oldu. Peki Fenerbahçe dışında bu maçlarda hep kazanan bir takım çıkartamamamızın nedeni sadece Fenerbahçe’nin günlük performansı mıydı? Başka açıdan bakacak olursak detayları ne belirliyor?
Cevabım; doğru oyuncuları bulmak, çalışmak ve gelenek sahibi olmak. Evet söylemesi kolay ama yapması zor olan şeyler… Bolca iyi basketbolcu alarak yapamayacağınız, yazılı kuralları olmayan şeyler… Bunun yanında basketbolda şans faktörü de vardır. Ancak şans genelde çalışanın yanındadır. Bir takım son toplarda sürekli kaybediyorsa veya her rakibine “Biz bu takımı yeneriz.” öz güvenini veriyorsa yapması gereken şey oyuncu transfer etmenin çok ötesindedir. Ters açıdan bakarsak bir takım ne kadar kötü gününde olursa olsun maçı kazanmayı biliyorsa o takımın bir gelenek oluşturduğu anlamına gelir. Takım saygınlığını sağlayan şey de budur. Çünkü önemli olan sezon boyunca kendi potansiyelini zorlamak kadar rakibin yapabileceklerini de sınırlandırmak ve maç başlamadan rakibini korkutmaktır.
Popovich’in Spurs’te yarattığı oyun yapısı, oyuncularının karakteri veya takımın aileye benzeyen hali üzerine ve 20 yıldır nasıl sürekli tepeye oynadıklarına ilişkin milyonlarca yazıya ulaşabilirsiniz. Koçlar açısından takım oluşturmak, o takıma doğru zamanda form kazandırmak, parçaların verimini zamanla artırmak, maç içinde kritik anlık kararlar vermek vb. hamleler bizim burada yaptığımız analizlerden çok daha zor bir iş. Çünkü ne kadar iyi oyuncular seçerseniz seçin bir hatanız şampiyonluğun kaybedilmesi anlamına bile gelebilir. Bu açıdan büyük stres ve beklenti altında başarı elde etmek insanların çoğu için kolay değildir. Bu nedenle Euroleague’de başarı çıtası olarak koyduğunuz hedefe ulaşmak her zaman zordur. Bunun için de uzun vadeli yapılanma gereklidir. Sürekli yıkıp yeniden inşa ederek bir yere varılamayacağı gibi kurduğunuz takımın – yıldızlar topluluğu olsa bile – ilk yılında başarı elde etmesi çok çok zordur.
Takım sporlarında (özellikle temaslı oynanan ve koçların anlık hamle şansının çok olduğu basketbolda) bir takımın yapısının oluşması (temel oyuncular değişmese bile) en az iki yıl almaktadır. Gerçek anlamda zirve ise üçüncü yılda olmaktadır. Geçen sene yıldız oyuncuları kadrosuna katan Khimki’nin top-16’da elenmesi bu anlamda tesadüfi değildir. Yine Maccabi’nin 2014, Madrid’in 2015 Euroleague şampiyonlukları üç yıllık bir yapılanmanın ardından gelmiştir. (Karşıyaka’nın 2015 lig şampiyonluğunun anahtarı da bu tarzda üç yıllık bir yapılanma olmuştur.) Diğer takımlarımızın yapamadığı ama Fenerbahçe’nin yaptığı, bu son topa kalan maçları kazanma başarısının altında yatan şey de bu yapılanma ile gelen güçlü takım kadrosu, gelenek ve takım saygınlığıdır. Bu da bir yılda olan bir şey değildir. Zira Obradovic Fenerbahçe ile ilk Euroleague sezonunda top-16’da elenmiştir. Bu noktada Daçka ve Galatasaray’ı çok fazla ve sürekli Euroleague deneyimi olmadığı için bu yazının ana fikri çerçevesinde fazla eleştirmeye gerek duymuyorum. Çünkü tarihsel olarak takım sporlarında getiri/harcama oranımız genelde düşük kalmıştır. Fakat Efes için durum farklıdır. Efes’in kaybettiği şey Fenerbahçe’nin kazandığı şeyle aynıdır. Bunlar da gelenek ve saygınlıktır. Bu da sorun veya sorunlar aşamasından sorunsal aşamasına geçildiği ve çözümün doğru çalışanlar kadar sabır da istediği anlamına gelmektedir.
Gelenekler günlük skorlardan, takım saygınlığı güncel performanslardan, özetle karakter güçten daha önemlidir. Tüm takımlarımızın kazanması gereken şey de budur. Bunun için de kararlı bir yapılanma gereklidir. Çünkü bilinen bir sözün belirttiği gibi “Roma bir günde inşa edilme[miştir.]”