“Bir gün sen de benim için nefret ettiğin şeyler yapacaksın. Aile, bu demektir.” –Jonathan Safran Foer (Her Şey Aydınlandı)
Meksika’daki 2016 Dünya Triatlon Serisi’nde sezonun son yarışıydı. Parkurda son metrelere girilmişti. Rio 2016’nın gümüş madalyalı ismi Britanyalı Jonny Brownlee kazanmak üzereydi. Böylece sezonu dünya şampiyonu olarak bitirecekti. Birden yalpalamaya başladı. Su kaybından ve sıcaktan sersemlemişti. Tam o sırada köşeyi dönen abisi onu gördü. Son iki olimpiyatın şampiyonu Alistair Brownlee, yarışı bırakmak üzere olan küçük kardeşini kolundan yakaladı. Omuz omuza finiş çizgisini geçtiler. Jonny ikinci, Alistair ise üçüncü oldu. Şampiyonluk kaçmıştı ama önemli değildi. Yarıştan sonra kaldırıldığı hastaneden, Jonny şöyle bir tweet attı: “Sezonu böyle bitirmek istemiyordum ama sonuna kadar her şeyimi verdim. Alistair, sadakatin inanılmazdı. Teşekkürler.”
Geçtiğimiz ay, eski basketbolcu Ufuk Yanar’ı bir kazada kaybettik. Onu tanıyan herkes için de benzer hisler söz konusuydu; hangi biriniz Jonny olsa Yanar da sizin için Alistair olurdu. Bu ayki edito biraz kişisel ama lütfen sıradaki satırları hüzünlü bir taziye defteri olarak düşünmeyin. Bu daha çok, Yanar’ın 36 yıllık yolculuğu sırasında herkesin hayatına temas ederken bıraktığı farklı izlerden birkaçı…
Doğan Tanyer (Üniversite arkadaşı)
Ankara’dan İstanbul’a gelmiş ve okulda birkaç gün geçirmiştim. Memnun değildim. Bir gün teneffüsteydik, herhâlde fiziğim yanılttı, basketbolcu sandı beni. Direkt muhabbet etmeye başladık. Arkadaş olduk. Sonra evini açtı bana. Ben o zamanlar film çekmeye pek meraklıydım. O zaten her şeye meraklıydı. Birlikte girdik film işlerine; önce çekiyor, sonra oturup izliyor, altımıza işeyene kadar gülüyorduk.
Bir gece evde ders çalışıyorduk; ben, o, Daver… Yanar’ın arabası kapıda. Bana sordu, “Ajan, sokakta neden başka araba yok?” diye. Ben de “Ne bileyim, her gün olur aslında” dedim. Sabah sınavımız vardı ama sıkılmıştık, “Film çekelim bari” dedik. Çektik, ettik derken sabah 6 oldu. Kalktık, arabaya bineceğiz, bir baktık bütün sokağa pazar kurulmuş. Araba yok. O, Daver’le arabanın peşine düştü. Ben pazarcılarla kavga ediyorum. Sonra geldiler. Ucu ucuna sınava yetiştik.
Geçen gece haberi alınca, şu filmleri bir daha izleyeyim dedim. Bu kez karıştı duygularım. Gülemedim, daha çok ağladım izlerken. Yanar’ı düşündüm uzun uzun. Bana gurbette verdiği eli düşündüm. Yemeyip yedirmesini, giymeyip giydirmesini düşündüm. Annesini ve Ece’yi düşündüm. Depremde kaybettiği abisi ve babası geldi aklıma ve bütün yaşadıkları… Basketbol oynayışını düşündüm. Bütün gece kartopu savaşı yapışımızı düşündüm. Sabaha kadar konuşmalarımızı düşündüm. Ne güzel müzik dinlerdik beraber, onu düşündüm. Ve aslında, onun gibi bir arkadaşım olduğu için ne kadar şanslı bir adam olduğumu düşündüm…
Kızılderililerin bir açıklaması var yaşam ve ölüm üzerine. “Doğduğum gün ben ağladım, herkes güldü. Şimdi herkes arkamdan ağlıyorken ben gülüyorum çünkü yeniden doğuyorum” diyorlar. Bugün gördüm ki çok insanın hayatına dokunmuş ve herkes onu, çok ama çok sevmiş… Umarım şimdi bir yerlerden o da bize gülüyordur. Gerçekten tek tesellimiz bu olurdu.
Gökhan Sunter (Eski basketbolcu)
Neşe dolu bir insandı o. Herkesin yardımına koşardı. Yakın olması da gerekmez. Yanar hep oradaydı. Kardeşlik için kan bağı gerekli değildir. Ufuk Yanar da benim için öyleydi. Ailesi ailem oldu. Benim annem babam yok ama Gülseren Anne’ye “Anne” dedim.
Erdemir’de oynarken ağır bir sakatlık geçirdim. Ameliyat olmam gerekti. İki gece hastanede yanı başımda yattı. Onlardan birinde çok büyük bir ağrıyla uyandım. Dedim ki Ufuk’a, “Ben dayanamıyorum.” Yanar, biraz deli dolu bir adamdır. Gece 3’te hemşireler başka ilaç vermeyi reddedince ikna etmeye çalıştı onları uzun uzun. En sonunda “Hayır, bu iğneyi yapacaksınız, yolu yok, benim arkadaşımın ağrısını geçireceksiniz” diyerek bir şekilde yaptırdı o iğneyi. Uyumamı sağladı.
Kepez’de oynuyorduk bir keresinde de… Meydan okumak önemliydi onun için. İkimiz de kısa saçlıydık, “Saçları kesmeyelim, ilk kesen kaybeder” dedi. Bir ay oldu, iki ay oldu, saçlar uzadı, şapkayla gezer olduk. Ona her şey yakıştığı kafası rahattı ama kıyamadı bana da; beraber oturduk berber koltuğuna, orada bile aynı anda kestirdik saçları. Burada anlatamayacağım ama daha ne iddialara girdik beraber ki sırtımdaki bir dövme bile onların sonucudur.
Daima kalbimde olacak.
Tufan Ersöz (Eski basketbolcu)
Onun bana ve bize verdiği sevgiyi gerçekten, tamamen idrak edebilmiş miyim yaşarken, emin değilim. Çok büyüktü. Artık unutulmaya yüz tutan tüm insani değerleri kendinde toplamıştı. Derinliğini şimdi kavrıyorum. Erdemli, neşeli, sabırlı ve sonsuz umutları olan bir insandı. Ailemdi o benim. Ama bu kadar hüzünlü anmayacağım onu.
Hep gittiğimiz seyahatlerden biriydi; Gürol Karamahmut, Yanar ve ben… Uçakla İstanbul’a döndük. Sabiha Gökçen’e indik.. Sabaha karşı 4 suları. Biraz uykuluyuz. Biz Yanar’la havalimanı kapısında bekliyoruz. Ben Levent’e gideceğim, Gürol Kadıköy’e, Yanar da yakın oturuyor. “Biz nasıl olsa gideriz Gürol’la, sen pazarlık yap” dedi. “Levent’e 50 liraya giderim” diyen bir taksici buldum. Başladım yolculuğa ama o da ne? Merter-Topkapı tabelasını gördüm. Atatürk’e inmişiz meğer… Bunu nasıl fark etmedik bilmiyorum. Yanar da tatlı diliyle 125 liraya ikna etmiş sonra bir taksiciyi, konuştuk, yine gülüyordu sadece. Dalga geçiyordu. Onunla günler kötü bitmezdi zaten.
Yanar, çok okurdu. Socrates’i de hem okur hem biriktirirdi. En son Zülfü Livaneli’nin Huzursuzluk kitabını okumuştu. Yeğeni Lara da kitabın arasına not bırakmıştı: “Seni çok seviyorum. Seninle yemeğe gitmeyi ve seninle bahçede iş yapmayı çok seviyorum. Seninle yeğen olduğum için çok mutluyum.”
Bu sayı; ailenin sadece bir kelimeden ve kan bağından ibaret olmadığını tecrübe edenler, yakınındakilere sarılanlar, kayıplarını bir şekilde hep yanlarında hissedenler, mutluluğun sadece paylaşıldıkça gerçeğe dönüştüğünü fark edenler ve bize bunu miras bırakabilenler için…
Ufuk Yanar’ın anısına, saygı ve büyük bir sevgiyle…
Kaynak: socrates