Geçtiğimiz yaz Üsküp’teki U16 Avrupa Şampiyonası’nda 10. olduktan sonra basketbol çevresi olarak 2007 jenerasyonuna dair beklentilerimiz epey düşmüş ve güvenimiz azalmıştı. Bu yaz İstanbul’da düzenlenecek olan U17 Dünya Kupası öncesindeki hislerimiz de geçtiğimiz yazkilerden farklı değildi. Geçtiğimiz yaz U16’da B Division’a düşmeyi birkaç maçla atlatan ve Dünya Kupası’na ev sahibi kontenjanından katılan 2007 jenerasyonu, İstanbul’da herkesi sürprize uğratırken turnuvanın hikayesi ise yine göz dolduruyordu.
Turnuvaya 1 gün kala açıklanan 12 kişilik kadroda Türk vatandaşlığına geçiş işlemleri tamamlanan Kosova doğumlu Beşiktaş altyapısından 2.16’lık Rezon Elezay’ın kadroya dahil olduğunu görmek, alışkın olduğumuz Avrupalı oyuncu fiziklerinden farklı olan ve farklı kıtalardan gelen ülkelerin fizikli veyahut çok atletik oyuncularına karşı zaaf oluşturabilecek bir devre elemanı niteliğindeydi. Yeni Zelanda, Arjantin gibi sert ve fizikli ya da Avustralya, Kanada gibi bizden görece daha atletik ülkelere karşı pota altında 2.16’lık bir oyuncu bulundurmak kuşkusuz turnuvadan bir gece önce gayet değerli gözüküyordu.
Turnuvanın ilk günü ise bunun yeterli olmadığını çok yakından görmüş olduk. Yeni Zelanda, tarihlerindeki -muhtemelen- en iyi jenerasyonlarıyla turnuvaya gelmiş ve özellikle Oscar Goodman gibi sert bir forvet oyuncusununkinin yanına Troy Plumtree’nin de skor katkısını ekleyince fark çok erkenden açılmıştı. Turnuvanın ilk gününde ev sahibi olan bir ülkenin milli takımından görmek istemeyeceğimiz bir yumuşaklığı neredeyse 40 dakika boyunca izledik. Çünkü ilk üç çeyrek sadece fiziksel olarak ezilmemiş, duygularımızın da altında kalmıştık. Rakibi maç boyunca 41 kez çizgiye götürmek bunun istatistik kağıdındaki somut bir ifadesi olmuştu. Karşılaşmada bir ara 40’a çıkan sayı farkını maç sonunda 20’ye düşürsek de geceyi üzgün tamamlamamızı engelleyen bir durum ortada yoktu. Bununla beraber turnuvanın kalanı için umutlanmamız gereken bir durum da yoktu, zira gruptaki ikinci maçımız Diego Garavaglia, Maikcol Perez gibi Avrupalı “prospect”lerin yanında 2.16’lık Luigi Suigo’yu kadrosunda bulunduran İtalya’ydı.
Pazar gecesi, İtalya karşısında maça büyük bir dirençle başlayınca dış atışlardan faydalanmak da kritik bir önem kazanmıştı. İki takımın da yayın gerisinden yüzde 30’un altında kaldığı maçta farkı dış atışlar belirlemiş, Milli Takımımız’ı skor başa başken önde tutan şey özellikle üçüncü periyotta bulduğumuz 2 kritik üçlük olmuştu. Milliler, büyük bir sürprizle İtalya’yı yenince muhtemelen herkesin içindeki güvensizlik bir nebze kırılmış oldu.
Grupların sonuncu maçında Arjantin’i deviren Milliler, Son 16’da Almanya’yı yenerek çeyrek finale çıktı. Bunu yaparken iki rakibini de 50’lerde tutma başarısını gösterdi. Her ne kadar üst üste kazanılan üç maç ve eğlenceli bir basketbol kalpte iyi bir etki bıraksa da akıl aynı şekilde düşünmüyordu. Zira çeyrek finalde karşılaşacağımız İspanya, bizim 10. sırada bitirdiğimiz Üsküp’teki turnuvayı şampiyon tamamlamış, hem takım anlamında hem de bireysel yetenek anlamında daha olgun görüntü çiziyordu. Geçtiğimiz yazın MVP’si Guillermo Del Pino ve Gildas Gimenez, kuşkusuz tribünde oturan NBA scout’larının defterlerine renkli kalemlerle not aldıkları isimlerdi. Bu paragrafa karşılaşmada müthiş bir oyun oynadığımızı ve güçlü rakibimizi sahanın iki ucunda da alt ettiğimizi söylemek isterdim ancak durum pek de böyle değildi.
Son Avrupa şampiyonu İspanya, yayın gerisinden turnuvadaki en kötü ikinci maçını oynuyordu (bu iki maçı da kaybettiklerini belirtmeliyim). Perimetrenin gerisinden yüzde 16.7’yle oynayan İspanya turnuvada en az sayı bulduğu maçı bize karşı oynamıştı. Karşılaşmanın son anlarında sırasıyla Yavuz Selim Kara ve Raúl Villar’ın attığı üçlüklerle skor 57-57’ye gelmişti. Maçta bitime 22 saniye kala kullandığımız hücumdan tam top kaybıyla döndük ve rakibe hızlı hücumu verdik derken sahadaki kaos lehimize işlemiş rakip de son saniyelerde alev alev yanan topu tutamayıp kaptırmıştı. Kaan Onat, hızlı hücumda rakibini üstüne çekip 2.16’lık Rezon Elezay’a pası verdiğinde İspanya’nın yapabileceği hiçbir şey yoktu. Elezay, smacı vurdu ve skorda 57-59 öne geçtik. Sinan Erdem’de bulunan herkes ayaktaydı. Son 14.7 saniye, İspanya mola dönüşünde maçın geneline hakim olan kaosa yakışır bir şekilde doğru şutu yaratamamıştı. Maximo Garcia-Plata’nın geri çekilerek attığı şutu Derin Can Üstün bloklayınca Sinan Erdem’deki herkes derin bir nefes alıyordu. 2007 jenerasyonu, Dünya’nın en büyük sahnesinde ilk dört takımın içine kendini atıyordu.
Yarı finaldeki rakibimiz yeniden İtalya olurken C grubundan son dörde kalanlar sadece Türkiye ve İtalya değildi. Turnuvada kendini kanıtlayan ve herkesin saygısını kazanan Yeni Zelanda da diğer yarı final eşleşmesinde ABD’nin rakibi oluyordu. Özetlemek gerekirse Dünya Kupası’nın son iki gününde madalya için savaşma iddiasını sürdüren takımlar, Dünya’nın en iyi takımı ve C grubuydu.
İtalya, C grubunu 1 galibiyet 2 mağlubiyetle sonucu bitirerek finale gelmişti, bu yüzden onların hikayesi de en az bizimki kadar özeldi. İtalyanlar, yarı finalin oynandığı cumartesi gecesi gerçekten sahada çok konsantreydi. Bizim kötü şut attığımız bir günde onlar yayın gerisinden yüzde 35’le oynamışlardı. Konu topu çemberden geçirmeye gelince kuşkusuz bizden daha iyi bir günlerindeydiler. Sonuç olarak o gün sahadan mağlubiyetle ayrılırken rakibe de şapka çıkarmak gerekiyordu.
Rekabetçi birçok oyunun doğasında olan şey, kazananı hiçbir zaman ihtimallerin belirlemediğidir. Bronz madalya için Yeni Zelanda karşısına çıkan Millilerimiz’in aklından böyle bir söz geçiyor muydu bilmiyorum ama hislerinin bu yönde olduğuna eminim. Çünkü o gün sahada gördüğümüz şey buydu. Maç öncesinden başlayalım. Tarih boyunca Haka dansıyla aramızın pek iyi olmadığını biliyorum ancak Yeni Zelandalıların bu dansına yaklaşımımız her zamankinden biraz daha farklıydı o gün. Bu noktada öncelikle eski bir anımdan bahsetmek istiyorum: 2014 Dünya Kupası, basketbolla tanıştıktan sonra tamamını izlediğim ve aklımda net yer edinen ilk turnuvaydı. Tam 10 yıl önce, 2014 yazı… Turnuva dönemine denk gelen zaman diliminde ailemle birlikte tatilde olduğumdan her maçı Marmaris, Datça gibi farklı lokasyonlardan izlemek durumunda kalmıştım. Turnuvanın ilk maçı olan Yeni Zelanda karşılaşmasını Datça’daki bir motelin 32 ekran küçücük televizyonunda kuzenlerimle birlikte izlemek için denizden çıkıp odaya dönmüştük. Karşılaşma öncesi ise hayatımda hiç görmediğim bir maç önü seremonisiyle karşılaşmıştım. Rakip takım oyuncuları, oyuncularımızın karşısında spikerin ifade etmesiyle adını öğrendiğim “Haka” dansını yapıyordu. Dikkatimi en çok çeken şey danstaki figürler değil, Milli Takımımız’ın bu dansa gösterdiği tepki olmuştu. Yapılan bu dansa ,yüz ifadelerinden anladığım kadarıyla, hoşnut olmayan Milliler arkalarını dönüp bench’e gitmişti. 10 yıl sonra yine bir Dünya Kupası’nın ilk maçında Yeni Zelanda’yla karşılaşırken bu seferki tepkimiz bench’e gitmek olmasa da Haka dansına yine sırtımızı dönmüş ve kendi yarı sahamızda ısınmaya devam etmiştik.
Yarı final maçına geri dönelim. Milli Takımımız; rakibinin maç önü rutinine bu kez sırtını dönmüyordu, Haka dansını olabilecek en yakın mesafe olan yarı saha çizgisinden yan yana ve birbirlerine kenetlenerek izliyorlardı. Bir önceki paragrafta ihtimallerden bahsetmiştim, o ana kadar kafamda olan tüm ihtimaller silinip gitmişti. Milliler, gruplarda 20 sayıyla kaybettiği rakibini o gün 23 sayı farkla mağlup etti ve bronz madalyayı boynuna taktı. 2007 jenerasyonu, alt yapılar tarihimizdeki en büyük başarılardan birine imzasını işte böyle attı.