90′ların henüz başıydı, o zamanki adıyla “Efes Pisen” altyapısında ileride bir basketbolcu olma hayellerimle henüz daha yolun başındaydım. Etrafımı saran bir sürü yetenekli aday gözümü biraz korkutsa da, çok genç yaşıma rağmen rekabet etmeye ve hayallerim için koşmaya hazırdım.
Her genç sporcunun olduğu gibi, benim de örnek alabileceğim ve idolum diyebileceğim bir basketbolcuya ihtiyacım vardı o sıralar. A takım, 92-93 sezonu için transferlerini yapmaya başlamış, biz de, “Bu sezon kimleri izleyeceğiz!” diye düşünerek heyecanlanmaya başlamıştık. Sezonun henüz başında Aydın Örs yönetimindeki bir idmanı izlemek için takım olarak salonda yerimizi aldık. Takım da çıt çıkmıyor, konuşmak yasak ve idmanın başlamasını bekliyorduk. Salon kapısı açıldı ve içeri yeni transferlerden bir oyuncu girdi. Esmer, orta boylarda, saç traşı o zamanın çirkin Amerikan tarzı, ayağında tam bilek eski model Reebok ayakkabı ve yüzünde sanki ona ait olmayan bir gülümseme vardı. Bu sezon direksiyonun başındaki oyuncu ilk idmanına çıkacaktı ve ilk görüntü tam anlamıyla skandaldı.
İzleyerek çok şey öğrendiğimiz Efes yıllarında Türk basketbol tarihine altın harflerle geçecek efsane oyuncu Petar Naumoski gözümüzün önündeydi ama biz bunu tabii ki tahmin edemiyorduk.
Efes’e 50 bin dolar ücret karşılığı gelmiş, ilk sezonunda play-off finalleri dahil 37/37 galibiyetle “Ben buraya kral olmaya geldim” dercesine efsanevi bir başlangıç yapmış ve takımı şampiyonluğa taşımıştı. Tabii ki bu istatistiği yaparken yanlız değildi, kaptan Taner Korucu, Tamer Oyguç, Ufuk Sarıca, Volkan Aydın ve Larry Richard, yani nam-ı diğer Larry ağabey Petse’nin başlıca yardımcılarıydı.
Aynı sezon Efes Pilsen ile Saporta Kupası finali ve transfer olduğu Benetton’da yaşadığı Avrupa Kulüpler Kupası şampiyonluğu bir anda Petse’nin çıtasını çok yükseğe çıkardı. Çok uzun sürmeyen İtalya macerasının ardından Naumoski yuvaya dönmüştü, kulüpte ve bizde de dahil olmak üzere bir bayram havası vardı ki, tahmin edemezsiniz…
Döndüğü yılda, Türk basketbol tarihinin dönüm noktası olan Koraç Kupası’nı kazanıp, mavi beyazlı forma ile iki lig şampiyonluğu yaşayacağını o da bilemezdi. Çirkin Amerikan traşlı, donuk bakışlı Makedon guard, inanılmaz basketbol zekası, saha içi liderliği, kazanma isteği ile her yaştan basketbolseveri kendine hayran bırakmış ve benim de “idol” kelimesine yakıştırdığım oyuncu olmuştu. Terini formaya silmesi, o zamanki 30 saniye kuralını sonuna kadar kullanması ve yengeç vari çabuk adımları Petse’yi Petse yapmıştı.
Genelde kariyerim şanssızlıklar üzerine kurulmuş olsa da, 1998 yılında Aydın Örs tarafından A takım kadrosuna alınmam büyük şanstı benim için. İzleyerek büyüdüğüm efsanelerle aynı takımın havasını solumak inanılmaz olacaktı. Kirli formalarını toplayacak, soyunma odasında çömez dayağı yeyip, 5×5′lerde hiç oynayamayacak olsam da, hayalim gerçek olmuştu. Artık Petse’yi, Ufuk Sarıca’yı dışarıdan izlemeyecek, aynı soyunma odasında giyinip, aynı masada yemek yiyecektim, aynı otobüse binip, aynı salonda idman yapacaktım.
Kadro tam anlamıyla yıldızlar topluluğuydu; Naumoski, Sarıca, Zoran Saviç, Volkan Aydın, Hido, Drobnjak, Murat Evliyaoğlu, Hüseyin Beşok, Ömer Onan başlıca isimlerdi. Şimdi böyle bir kadroyu görünce, kendime şans yaratma adına, pek de iyi bir dönem değilmiş diyorum. Hem şanslı, hem şanssızmışım. Ama Naumoski gibi Türk basketbolunun akışını değiştirmiş bir isimle tanışıp, bana bir şeyler öğretmeye çalıştığını görmek paha biçilmezdi.
Aydın ağabey Naumoski’yi hiyerarşik düzenin en tepesine koymuş ve onu sahadaki patron ilan etmişti. Kredisi neredeyse sonsuzdu ve o da bunun hakkını verebilecek kapasitede olduğunu her maçta gösteriyordu. Artıları tartışılmayacağı gibi eksileri de vardı tabii ki; topu çok sevmesi, savunmayı ayaklarına nazaran, daha çok aklıyla yapması, hatta bazen saha içindeki egoist tavırları “Acaba takıma zarar verir mi?” sorusunu insanlara zaman zaman sordurdu.
Ama bütün soru işaretlere rağmen Aydın Örs – Pano Natof ikilisinin gözbebeği haline gelmiş ve sonuca giden yolda değişilmez olmuştu Petse. “Kimse vazgeçilmez değildir” sözünü neredeyse yıkmaya yakındı ve bunu bildiği halde, suistimal etmeden her gün ekstra çalışmaya devam etti. “Salona en erken gelip en son çıkıyor” söylentileri yalan değildi onun için. Hatta sevdiği ekstra idman oyunlarından bir tanesinin parçası olmak benim için rüya gibiydi. Yaptığımız şut maçlarında, potaya gitmek yasak ve şutla bitirmek kuraldı. Ne yazık ki orada bile kazanmak için oynuyordu. Sadece şut atacağını bildiğim halde onu hiç durduramadım ve hiç galip gelemedim.
Türkiye için 90′ların başında başlayan Naumoski macerası 2004 Ülker’deki yarım sezonun ardından son buldu. Bir basketbol efsanesi gelip geçmişti ülkemizden. Taraflı tarafsız herkesin hayranlığını kazanıp değişimi başlatmış ve Petse devrimi son bulmuştu.
Ondan öğrendiğim en önemli şey, fiziksel kapasiteniz sınırlı da olsa, aklınızla oyuna hükmedebilecek olmaktı. “Ülke basketboluna gelmiş geçmiş en iyi yabancı kimdi” sorusunun cevabı bu yüzden benim için çok net; Petar Naumoski…
TUFAN ERSÖZ