Yaşamını yitiren Battal Durusel, son röportajını TBF'ye vermişti.
İşte o röportaj:
Öncelikle basketbola başlama hikâyenizi öğrenebilir miyiz?
Ben 1945 İstanbul doğumluyum. Çocukluğum Tophane'de geçti. O zamanlar basketbola başlama yaşı bugüne göre daha geçti. Ortaokuldayken, yani 13-14 yaşlarındayken başladım. Uzun boyluydum, upuzun bir çocuktum. Pendik Lisesi’nde oynarken Serpil Sarı diye bir hocamız vardı, onun vesilesiyle… Zaman içerisinde Kadıköy’e geçtik, Feneryolu'nda oturmaya başladık. Feneryolu'ndan trenle Pendik Lisesi’ne gidiyorduk. Orada basketbola kabiliyetli olduğum meydana çıktı. Sonra Haydarpaşa Lisesi’ne gittim. Önemli beden terbiyesi hocaları vardı. Rahmetli Zeki Hoca vardı. Muzaffer Tunçalp vardı. Sonra Süreyya Hoca vardı. Bizi basketbola onlar ittiler. Sonra Moda Spor’da ilk lisansımı çıkardım. 16 yaşlarındaydım. Ama tabii Moda Spor’da oynayamaya başlayınca okul kötü gitti. Basketbola biraz yatırım yapınca okuldan belge aldım. Babam, “Haydi yürü, ya işe ya askere” deyince 18 yaşında askere gittim. Askerlik bana basketbol açısından yararlı oldu. Askerdeyken beni Ankara Karagücü’ne gönderdiler. Karagücü’nde o zamanlar Erdal Poyrazoğlu ve Akın Öngör vardı. Askerlikte iş güç yoktu. Sabah akşam hep beraber antrenman yapıyorduk. Ben yavaş yavaş sivrildim. O sıra İstanbul’da Silahlı Kuvvetler Şampiyonası düzenlendi. Beşiktaş’ın rahmetli antrenörü Cavit Altunay beni orada görmüş. Askerden sonra hemen Moda Spor’dan Beşiktaş’a transfer oldum. Coşkun Ergün vardı rahmetli, Sedat Kesen, Emin Bengisu… İşte beni onlar hemen Beşiktaş'a kattılar. Beşiktaş da o zaman lige daha yeni çıkmıştı. Takımın futbol seyircisi bizi Spor Sergi’de bekliyordu. Orası tam bir mabed idi, muhteşem bir yerdi. Oynamaya ve dikkat çekmeye başladım. Beşiktaş seyircisine yakışan, çok hırslı ve çok kavgacı bir takımımız vardı. Hepimiz piyasaya yeni çıkan, hevesli ve arayış içinde oyunculardık. Necmi Ton, Fehmi Sadıkoğlu, önemli abilerimizden Ateş Çubukcu, rahmetli Ünal Büyükaycan vardı. Robert Kolej’de hocalık yapan Amerikalı oyuncumuz geldi; Tom Davis diye müthiş güzel bir insandı. Bizden biri oluverdi. Mehmet Üstünkaya başkandı. Biraz yatırım yaptı. Önce Zeki Tosun’u ve Abdullah’ı aldık aramıza. İyi bir takım olmaya başladık. Sonra Erman da geldi. Erman’ın babası Galatasaraylıydı aslında ama Beşiktaşlı olan dedesinin Erman’a bir vasiyeti varmış. Rahmetli Metin Kunter öyle demişti. Yalçın Granit ve Batur da milli takımın antrenörüydü. Onlarla birlikte güçlü bir takım olduk.
Sonra da Milli Takım kariyeriniz başladı…
Ben A Milli Takım’a 1969’da, hiç Genç Milli olmadan girdim. Askerde basketbol oynamamın bunda payı büyüktü tabii. A Milli Takım’da altı sene kadar oynadım. Bunun meyvesini kulüp kariyerimde de gördüm. Beşiktaş ile 1974-75’te lig şampiyonu olduk. Önceleri sadece Fenerbahçe ve Galatasaray ile rekabet ediyorduk ama sonra müessese kulüpleri girince tabii işler biraz zorlaştı.
Şampiyonluktan sonra iki sene üst üste alınan ikincilik de var…
Biz sonraki şampiyonluğu çok komik bir şekilde, averajla kaybettik. Eczacıbaşı ile birbirimizi birer kez yenmişiz ama biz onlara beş sayı fark atarken onlar bize 11 sayı fark atmış. Beşiktaş ile ya da milli takımla yurt dışındaki şampiyonalara gittiğimizde konsantrasyonumuzu kaybediyorduk. Türkiye’de hiçbir şey olmadığı için Balkan Şampiyonası ya da Avrupa Şampiyonası gibi turnuvalara gittiğimizde alışveriş falan yapardık. Dönüşte konsantrasyonumuzu kaybettiğimiz için olmadık takımlara yenilirdik. Bu iki kez tekrarlanmıştı. İki sene bu yenilgiler yüzünden şampiyonluk kaybettik. Sonra zaten yavaş yavaş Eczacıbaşı ve Efes Pilsen geldi. Çukurova, Yenişehir gibi takımlar da yatırım yapmaya başlayınca bence haksız rekabet gelişti. O zamanlar basketbolda ne sponsor vardı ne başka bir şey… Sadece futboldan gelen gelirle idare etmeye çalışıyorduk. Biz bokstur, hentboldur 10 branşla uğraşırken, rakipler tek bir branşla uğraşıyorlardı. Mesela Anadolu Efes hâlâ öyle.
Beşiktaş’tan başka kısa süreli başka kulüp tecrübeleriniz de var, değil mi?
Evet, ben 1982’de Spor Sergi’de güzel bir jübileyle bırakmadan önce iki kere transfer yaptım. İki üç sene başka takımlarda oynadım. O da şöyle oluyordu: Bir başkan geliyordu, mesela rahmetli Gazi Akınal gelmişti, takımda herkes gitti. Erman, Apo, Faruk ayrıldı. Hurşit askere gitti. Kimse kalmadı. Hasta Beşiktaşlı Taç Spor vardı. Abbas Köseli vardı, hasta Beşiktaşlı’ydı. Beni bağırlarına bastılar. Bir kere Kurtuluş’a gittim. O zamanlar kulüpten hiç para gelmiyordu. İşyerindeki patronum Kurtuluş’un başkanı olduğu için oraya gittim. Çok önce de bir kere Altınordu’ya gitmiştim. Orada da bir sene oynadım. Böyle gidiş gelişler oldu. Kırgınlıkların yaşandığı oluyordu. Ya takım yok oluyordu ya da para alamıyorduk. Oysa benim ailem varlıklı bir aile değildi. İhtiyaçlarım vardı. Yaptığım transferleri bu yüzden yaptım.
Basketbolu bıraktıktan sonra Beşiktaş’tan kopmadınız…
1982’de bıraktıktan sonra menajerlik yaptım. Tabii hep fahri şeyler. Beşiktaş’ta genç bir çocuktum, sonra bir iş kurdum, zorunluluktan. Tabii o zamanlar şöyle şeyler olurdu, mesela bir vergi dairesine gittiğinde seni tanırlardı, “Hoşgeldin” derlerdi. Bunlar da paraydı o zamanlar, artık kalmadı. Bunların da bana çok faydası oldu. Sonra Üstünkaya zamanında menajerlik yaptım. Hep takımın yanındaydım. Bir ara bıraktım. Sonra Süleyman Seba başkan oldu. Benim hayatım da onunla değişti. Beşiktaş nedir, onu anladım. Seba bir gün beni çağırdı. Erman ile Hurşit arasında bir problemler. Aydan da antrenördü. Çağırdı şu işi hallet diye. Süleyman Ağabey ile yakınlaşınca hakikaten Beşiktaş'ın ne olduğunu anlıyorsun. O güne kadar bilmiyordum hakikaten. Kartal karşımda duruyordu. Beşiktaş amblemi ne ise, onun içinde o vardı. Bana göre Beşiktaş, Süleyman Seba idi. Onun içindeki bütün duygular kartaldı. Orada benim hayatım, bakış açım değişti. Ona yardımcı olmak için ben de her türlü şekilde senelerce takımın başında oldum. Hasan da geldi ama hep tek başıma takımın başında oldum. Hiç kimseyi karıştırmıyordum. Tek başıma idare etmeye çalıştım. Tabii yokluklar vardı. Süleyman Ağabey hep finanstan kaçardı. O zaman finanslar yoktu, şimdi çok basitleşti işler. Fenerbahçe’nin geçmişinden Ülker’i çıkar ya da Doğuş’u, ne yapabilirlerdi? Öyle bir durum vardı Beşiktaş'ta. Takım hep vasat, ortalarda. Son senemde hep genç antrenörlerle çalıştım. 2000'de bıraktım ve tam bırakırken bana göre çok güzel bir başarı elde ettik. Dört takım arasına girdik. Dört takım dediğim de, Efes Pilsen, Ülker, Tofaş… Çok acayip yatırımlar. Biz ligi de dördüncü bitirdik, Türkiye Kupası’nda da dördüncü olduk. Belki ligi beşinci bitirdik ve dörde kaldık, yani yarı finale kaldık. Hidayet Türkoğlu'nun köşelerden attığı basketlerle Efes'e 3-1 elendik. Sonrasında da basketbolla çok uğraşmadım. Sadece seyirci oldum.
Eski gazetelere bakıyoruz, sizin her sezon maçlarda sahadan atılma durumunuz olmuş. Galiba çok hırslı oynuyordunuz?
Tabii bizim zamanımızda para filan yok, ben hiç para almazdım. Forma ruhu için oynardık. Şimdi de Amerikalılar oynuyor ama para için. Tamamen forma ve seyirciydi bizi oynatan. Amigo Şeref diye geçerdi, Şeref Yılmaz’ın başında olduğu çok değerli insanlar vardı tribünlerde. Onlar o Beşiktaşlılık duygusunu yaşar ve bize de yaşatırlardı. O da bu takımı büyütenlerden biriydi, onu da pas geçmemek lazım. Bu tip insanlar sizi ayakta tutan şeylerdi. Vapura binersin, Beşiktaşlı birisi çıkar, “Vay Battalcığım n’aber?” der. Bu sizi ayakta tutan şeydir. Sadece parayla olmuyor bu işler. Kalbinizi, ruhunuzu dolduran şeylerdi. Biz de bunu sahada verirdik. Deli gibi oynardık çünkü bir mağlubiyette bakarsın Beşiktaşlılar ölü gibi, bütün tribünler ölmüş. Bunun için kendimizi ortaya koyardık ve oyundan atılmalar olurdu. Hırsımızla, ruhumuzla oynardık.
Pivot mu oynuyordunuz?
Ben o zaman 4 ya da 5 numara oynardım. Kısa boyluydum ama fiziğim güçlüydü. Milli takımda bile güçlü ve uzunları ben tutardım. Karşıda kim var mesela, Batur beni piyon gibi kullanırdı. Mesela Zeki var, Apo var, ben giderim. En uzunu ben tutarım. Çok mücadeleciydim. Sayı gücüm de vardı pota altında. Kuvvetliydim, çabuktum.
Boyunuz kaçtı?
Şimdi kısaldık biraz (gülüyor)! Güzel soru. O zaman 1.96-97cm. Şimdi guard boyu. O zamanlar 2.10'luk adamlar sayılıydı, şimdi hepsi 2.10. Zeki Tosun takımın en uzunuydu, 2.02'ydi. Abdullah 2.02'ydi. Hüseyin Alp ekstra, 2.15'ti. Sonra Efe ile Kara Mehmet çıktı, onlarla boğuştuk falan ama zor oluyordu. Her nesil öteki nesli itiyor. Efe, Kara Mehmet çıktı, Erman güçlendi o zaman. Her nesil öteki nesli itiyor.
O zaman salon çok azdı herhalde?
Bir tek Spor Sergi vardı. Biz basketbola başladığımız zaman YMCA diye bir yer vardı Sultanahmet'te, Kadıköy Halkevi vardı. Tom Davis'in okulunda taş zeminde yapardık antrenmanları. Saha bulunmadığı zaman gittiğimiz yerlere inanamazsınız; küçücük yerlerde yapardık.
Amerikan dershanesine siz de yetiştiniz yani?
Tabii ya, çok yokluklar vardı. Şimdi bakıyorum da… Ama kıskanmıyorum. O yokluklar içinde çok güzellikler vardı. Çok arkadaşlıklar çok dostluklar vardı. Şimdi çocuklara acıyorum. O zaman antrenman biterdi, kimde araba varsa -Osman'da var, Ünal Ağabey’de var- biner, sağda solda oturmaya giderdik. Şimdi çocuklara bakıyorum, antrenman bitiyor; hepsinin altında Ferrariler, Range Rover’lar. Hepsi arabalara tek tek binip gidiyorlar. Bir yerde görüyorsun, hepsi internette vakit geçiriyor. Biz hep beraber yaşardık, mahalle gibiydik. Abdullah’la ben hiç ayrılmazdım, kankaydık. Fehmi Sadıkoğlu, onunla da kankaydık. Hep beraber yer içerdik. Güzeldi o günler… Bana sorsan bugün mü o gün mü diye, ben o günleri tercih ederim. Çünkü o zamanlar para yoktu pul yoktu ama çok güzel şeyler vardı. Şimdi görüyorsunuz Efe'ler, Faruk'lar, hepimiz dostuz. Çok şeker günlerdi. Öyle bir yaşam geçti gitti işte…